25 Aralık 2006

EbruG'un yumurta hesabı

Buraya yazmaya yeni başladığım günlerde çok sevdiğim bir arkadaşım beni sushi yemeğe götürmüştü ilk defa.Hatırlarsınız belki, bahsetmiştim.Sonra birkaç kez daha gittik.Hangi çeşitleri sevdiğimi hangisini ağzıma atınca "undo" yapmak isteyeceğimi deneyerek öğrendim.Sushi yemek benim için karın doyurmanın ötesinde bir keşif olayı.Hem uzakdoğu mutfağını hem kendi sınırlarımı.Hai sushi!

Touchdown'a gittiğimiz bir akşam ortamda iki enteresan tip vardı.Esmer uzun boylu oldukça hoş iki erkek.Çok da cool duruyorlardı.Sivri burunlu çizmeleri ve kürk yakalı paltoları vardı.Kaşları muntazam bir şekilde alınmıştı.Barın bir duvarında ayna var.Sık sık aynada kendilerini süzüyorlardı.İçkileri bitince geldikleri gibi havalı ve umursamaz bir şekilde - umarsızca mı demeli?- gittiler.Soru işaretleriyle bıraktılar bizi.

Dondurmam Gaymak'ı çok da beğenmedim."Bazı" sahneleri kesinlikle gereksiz buldum.Ama sabah ezanıyla ilgili olarak "zaten köyde camiye giden 3-5 ihtiyar var , onları da telefonla çağırsalar olmaz mı?" lafı komik geldi.

Galata Meyhanesi diye bir mekana gittik fasıla. Fasıl sevmem ama işyerinin organizasyonuydu.Yemekler çok güzeldi.Mekan da iyiydi.Müzisyenler gayet efendiydi.Ben masaya gelip başımıza ekşiyecekler diye korkuyordum, öyle birşey olmadı.

Bir akşam da yine çok sevdiğim bir arkadaşım (hemşirelerden biri) artı onun bir iş arkadaşı artı onun arkadaşları şeklinde doğaçlama bir gruplaydım.Gelenlerden biri üniversite yıllarında yurtta kalmış.Yurt muhabbeti de iyi birşeymiş , ben bunu anladım.Özelikle erkek yurdunun karmaya döndüğü ilk yılda yaşanan şaşkınlıklar beni çok eğlendirdi.Bu arada Asmalımescit'de Kum Saati diye biryere gittik.Çok da matah bir ortam değil.

Çok özleyip de görememekten dertlendiğim küçük sevgiliyi sonunda kucakladım:) Yürüyen koşan ve bağırıp çağıran bir küçük adam buldum karşımda.Beni elimden tutup odasına götürdü .Halının ortasına oturtup oyuncak yığınından seçtiği bazı parçaları bana verdi. Galiba beni seviyo.Ben de onu çokkk seviyorummmmm.

Sonunda Hayal Kahvesi'nde Nev'e gittik.Sahnenin dibinde en öndeydik.Yeni yetme genç kızlar gibi ellerimizi uzatarak saçımızı başımızı dağıtarak eşlik ettik Nev'e.Full performance canım , sormayın:)
"Suya yazı yazmak gibi seni sevmek Yorgunum, üşüyorum Yanındayım, ama yalnız ne çare Suskunum huzursuzum Gözlerinde uçurumlar korkup da yüzleşmeye Bakışların kaçar gider gücüm yok yetişmeye Düğüm düğüm oldu içim ne olur birşey söyle Sen sustukça içimde isyanlar, çığlıklar Gece avutmuyor gönlüm unutmuyor Dokunduğum hiç bir ten senin gibi kokmuyor Avuçlarımda eriyen buz gibisin Damla damla akıp giden umutlarım gibisin Çaresi derdinden daha zor Yüreğimiz yetmiyor söylesene nerdesin Gözlerinde uçurumlar korkup da yüzleşmeye Bakışların kaçar gider gücüm yok yetişmeye Düğüm düğüm oldu içim ne olur birşey söyle Sen sustukça içimde isyanlar, çığlıklar Gece avutmuyor gönlüm unutmuyor Dokunduğum hiç bir ten senin gibi kokmuyor Koyamadım kimseyi yerine sen gibi Sevemedim kimseyi içimdeki sen gibi "

Bir erken yılbaşı partisine gittim.Liseyi birlikte okuduğumuz iki arkadaşımız okul arkadaşlığıyla yetinmeyip evlenmişti.İşte evlenip barklanınca insan böyle partiler verip arkadaşlarını ağırlayabiliyor.Çorbada tuzumuz bulunsun hesabı evsahibemizden bize iş bölümü yapmasını istedik.Alışveriş listesini paylaştırdı ve benim şansıma meyve sularıyla tonik düştü.Hay bin kunduz!Birayı şarabı viskiyi biliyorum , zaten yılbaşı geldi diye bütün marketler bunları nerdeyse kapının dışına çıkaracaklar , alkol departmanı direk kasaların dibinde.Ama bu tonik denen kıl içecek beni çok uğraştırdı.Sorduğum reyon görevlileri bile beni yanıtlarken birbirlerine girdi.Neyse, zoru başardım ve gelişmiş sorumluluk duygum sayesinde doldurdum poşetleri vardım parti ortamına.Ortam , Ataşehir'de zevkle döşenmiş bir ev.Ev sahibi arkadaşlar dehşet ikramlar hazırlamış , süper cd'ler çaldılar bize bir yandan.Ortaokulda spor salonunda yapılan sömestre partilerinde çalan şarkılar bile vardı.Davetliler de -kendim için demiyorum - çok eğlenceli tiplerdi.Çoğunluğu nerdeyse 100 yıldır tanıdığım insanlardı.Fakat çok garip tesadüfler oldu.Mesela bir arkadaşın eşiyle ötekinin kız arkadaşı ilkokul arkadaşı çıktı.Ya da ne bileyim yine bizim lise tayfasından iki arkadaş nerdeyse 2 yıldır bitişik apartmanlarda oturduklarını keşfettiler.Güzel parti oldu lafın kısası.Resimleri görmek isterseniz , yerini biliyorsunuz.

Yılsonu demek fişleri ayırmak ve şapkayı önüne koyup farkındalığını yükseltmek demek.Farkettim ki ençok Nişantaşı All Sports'a gitmişim ve oraya verilen parayı acımadan yazıyorum.Farkettim ki yıllardır aynı kuaföre gidiyorum , adam bana hiç de özel muamele çekmiyor.Farkettim ki biz balkonda tavuk beslesek epey kalkınacağız.Nerdeyse her market alışverişinde yumurta var.

Nostalji olsun diye yurtiçi yurtdışı birkaç arkadaşıma yılbaşı tebrik kartı attım.Atamadıklarımı da burdan kutlayayım.Hepimiz için gülümseyerek hatırlanacak bir yıl diliyorum arkadaşlar.Daha sağlıklı beslenip , daha çok spor yapabileceğimiz, kendimize ve sevdiklerimize ve de hobilerimize vakit ayırabileceğimiz bir yıl olsun.Güzel sürprizler olsun , aşk olsun , bol şans olsun.Herkese gönlüne göre seyahat olsun.İşlerimiz tıkırında keyfimiz gıcır olsun...

07 Aralık 2006

EbruG'dan durum raporu

Cumartesi akşamı Ortaköy House Cafe'ye gittik.Sabah 9'da girip akşam 8'de çıkılmış bir eğitim sonrasında topuklu ayakkabıların üzerinde artık yorgunluktan titreyen bacaklarımız, uçmuş makyajımız, sönmüş saçlarımızla elimizdeki düşürerek ve sağa sola çarparak şahane bir giriş yaptık.Aslında bizi nasıl uygun gördüler ortama anlamış değilim.Rezervasyonsuz almıyoruz gibi klasik bir püskürtmeye hazırlıklıydım itiraf edeyim.Ben ısmarladığım pizzayı açıkçası yumulacak kadar çok sevmedim.Ucundan kıyısından tırtıklayarak yedim.Fakat nedir bu memleketimin genç kızlarının baş döndürücü güzelliği böyle yaw.Maximum 16 yaşındaki kızların ciltlerinin tazeliğini ve parlaklığını mı diyeyim size , boylarının uzunluğunu mu, incecik oluşlarını mı, saçların omuzlara dökülüşünü mü...O daracık kot pantolonların altındaki taşlı tuşlu biblo gibi ayakkabıları mı...Ellerinde taşıdıkları birbirinden havalı çantaları mı...Alımlı yürüyüşlerini , uzakta bizim göremediğimiz biryerlere kilitlenmiş buğulu gözlerini mi...Yani, erkek olsam bunalıma girerdim.Kime aşık olacağımı şaşırırdım.

Başlamışken gittigim ikinci mekandan da bahsedeyim.Çarşamba akşamı çok eski ve tatlı bir grup arkadaşımla Yeniköy Vagabondos'da buluştuk.Yıllar önce gitmiştim en son.Hem şık hem rahat bir yer. Üzerine düzgün bir gömlek giyip işe çaktırmadan kotla gitmek gibi birşey.Buraya o yukarıda bahsettiğim çıtır kızlar gelmiyor.Kel, gözlüklü beyler ve iş çıkışı, fularlı hanımlar çoğunluktaydı.

Bugün öğlen yemeği için gittiğimiz kebapçıda cenaze marşı çalıyordu.

Kenzo-Flower çok güzel.Boyner'e girersem mutlaka "deniyorum".

Rahmi Koç Müzesi'ne gitmek istiyorum.Da Vinci'nin makinaları var.

Çantamda taşıdıklarım:bere-eldiven-şemsiye-parfüm-2 ruj-ajanda-kalem-cüzdan-bozuk para cüzdanı-kağıt mendil-normal cüzdan-tiyatro broşürleri-anahtar-cep telefonu

Kapanışı güzel yapalım.Metin Altıok'dan:"Gel iki uysal kıyı olalım seninle.Bir hırçın ırmak aksın aramızda köpüre köpüre"....."Sen aklıma düşünce bir rüzgar duyarım dolar içime.Ve göğsümde bir pencere hızla çarpar"

26 Kasım 2006

EbruG ne yazsın?

Üzülerek ve utanarak daha önceden farkettiğim birşeyi şimdi huzurlarınızda itiraf ediyorum:İşe girdiğimden beri burası tatsızlaştı di mi?Sultanahmet'den İstanbul Modern'den yapılan canlı bağlantılar, Boğaz'da haftaiçi sabahları sürülen doğaçlama kahvaltı keyifleri olmadan, sadece işe giderken binilen taksi hikayeleriyle nereye kadar canım?
Working girl olunca haftasonuna da ancak dip boya mankür vesaire, terziye pantolon verme, çizmeleri ayakkabı tamircisinden alma konuları kalıyor.Hiç girmeyelim, bayar.
En son "Babil" i izledim.Sarstı bünyeyi ama kaçırmadığıma da sevindim bir yandan.Bence çok iyiydi.
Nişantaşı All Sports'un tavuk şinitzeli hala muhteşem.
Nizam Pide'nin üst kat aile salonunda cuma akşamı televizyon izleyip pide yedik.İş çıkışı onca yorgunluğa bir de trafiği ekleyince daha alengirli bir program yapacak halimiz kalmadı.Biz mi yaşlanıyoruz, trafik mi iyice sıyırdı bir bilene sormalı.
Cumartesi attık kendimizi Nişantaşı'mın irili ufaklı mağazalarına.Amerika'daki 30-40 dolarlık GAP sweatshirtleri bize 230YTL'ye saplamalarının sebebini usulünce sorduğumuz bir dükkanda, solaryum fıstığı tezgahtarımız "gümrük vergisi ve dükkan kirası" dedi.Sen de haklısın be güzelim...
Ayağımı yormayacak az topuklu ofis ayakkabısı arayışım neticesiz kaldı.Babet istemiyorum, hayır babanne ayakkabısı da istemiyorum.Sadece ayaklarımı seviyorum ve onlar rahat olmayınca bütün gün başım ağrıyor.
ID Bare Minerals'dan bir pudra aldım.Makyaj manyağı olmayan ve her zaman kaliteli ve sağlıklı ürün taraftarı olan aklına fikrine çok güvendiğim bir arkadaşım vesile oldu.Süper bir hatundur, güzelliğini bu minerallere borçluysa helal olsun .Bakalım, bizde yarattığı sonuç ne olacak?
Yakın bir arkadaşımı galiba fena sattım, satmaktayım.Ne zaman bir araya gelsek, "bereber yurtdışı turuna gidelim" der dururduk.Gayet uygun bir yılbaşı-bayram Prag turu bulmuş Pronto Tur'dan.Ve ben gitmiyorum.
Zamanında aşkımı burdan ilan ettiğim küçük sevgilimi fena halde özlüyorum.O küçük ayaklarının üzerinde durmaya yeni başladığı günlerden beri görmedim onu.
Almanya'da yaşayan kuzenimin bir oğlu oldu.Uzaktan resimlerle avunmak çok zor.
Yolda sahibiyle yürürken gördüğüm ve dayanamayıp durdurup sevdiğim dünya güzeli golden'in adı "Gofret"miş.Bir isim bir köpeğe bu kadar mı yakışır...Şımarık şey!
Önümüzdeki hafta ayın son haftası olduğu için yoğun geçecek, 2-3 Aralık'da da işyerinin bir organizasyonunda görevli olacağım.Bu demek oluyor ki, 8 Aralık Cuma akşamına odaklanmalıyım.
Sevenlerim yorulan bedenimi ,zihnimi ve ruhumu canlandıracak tekliflerle gelsin, gönlümü hoş tutsun hatta mümkünse beni biraz şımartsın.Tamam mı? ;)

17 Kasım 2006

EbruG da sıkılabilir bazen...

Uzun zaman sonra herkese merhaba.Bu benim işyerimden yazdığım ilk blog.Bir cuma akşamı 18:58de biraz sinirli çokça yorgun vaziyette.Dilbilgisi ve cümle düşüklüklerine takılmadan….pizza-hut’tan pizza geldi, yedik.dört mevsim, ince hamur.doyduk çok şükür.
İnsanları memnun etmek imkansız.teşekkür ettiklerini duymak nadir olan bir durum.empati yapmayı bilen çok az.sempati hak getire.
İki haftadir bunca işin içinde o kadar bilgisayar ekranimi herkes gordugu halde internet ortamlarina g-maillere dalip “gelin suraya gidelim, burda bu saatte bulusalim” mailimi atiyorum.ama efendim benim bütün arkadaslarim ya nasa’da ya birleşmiş milletler’de çalışan çok önemli çok ciddi işleri olan acaip yoğun programlı insanlar oldugundan ve ben de dünyanin en geğik en lay lay lom oooh bir elim msn’de bir elim cep telefonumda kebap study bir iş yaptığımdan olay kendin yaz kendin okuya döndü.
Evet, ben bu konuda over-reactim.ama benim bu huyumu bilen-tahmin eden düşünceli arkadaşlarım nerde yahu?

29 Ekim 2006

EbruG'un taksi hikayeleri


Ağustos ayından beri wellness ürünleri satan Japon kökenli bir firmada çalışıyorum.Ofisimiz Altunizade'de.Gayrettepe dolaylarında oturan iki kişiyle birlikte sabah akşam ortak taksi tutup işe gitme durumundayız.Sabahları ortak tutulacak taksiyi bulma ve 08:15 sularında 1. köprüden karşıya geçme konusunda ikna etme görevi benim.
Her sabah ayrı bir macera.En az 5 bilemedin 6 taksiyi durdurup içeriye adımımı atmadan hatta bazen sadece ön camdan kafamı uzatıp "karşıya gideceğim" cünlesini kuruyorum.Bazıları dürüst davranıp dönüş trafiğinin kasacağını söylüyor, ama çoğu mazeret uydururken mimiklerini öyle bir abartıyor ki, sabah sabah tiyatro...
"Karşı" kelimesini "Çarşı" anlayıp arabaya alan, Altunizade'yi duyunca afallayan da oldu.Yolun yarısında kartının olmadığını "farkedip" abuk subuk yerlerde indiren de.
Şoförün biri de 20 yıllık kuaför çıktı.Ense tıraşı muhabbetini dinleye dinleye geçtik köprüden.
Oğluna iş arayan amcalar da vardı.
Telefonda sevgilisine yalan söyleyen de."Kadıköy'deyim aşkım..."
Sözlerimi Emrah'ın güzel bir şarkısıyla bitirmek istiyorum:"hey hey heyyy taksi.bütün işlerim gitti aksi.heyyyy dur taksi."

http://www.otobuste.blogspot.com diye bir blog var.
İnsanlar her türlü ulaşım aracı anı -macera -hikaye -hayal -şikayet mahsullerini oraya gönderip paylaşıyor.Benim de daha önceye ait birkaç uçak, otobüs, taksi blogum var bu bahsettiğim yerde.Vaktiniz olduğunda bakmanızı tavsiye derim.

14 Ekim 2006

EbruG'dan tüm dostlarına küçük bir hediye...

YAŞAMAYA DAİR

Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
bir sincap gibi mesela,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
yani bütün işin gücün yaşamak olacak.

Yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani o derecede, öylesine ki,
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
yahut kocaman gözlüklerin,
beyaz gömleğinle bir laboratuvarda
insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
hem de en güzel en gerçek şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde.

Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak yanı ağır bastığından.
1947


Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız,
yani, beyaz masadan,
bir daha kalkmamak ihtimali de var.
Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini
biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına,
hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden,
yahut da sabırsızlıkla bekleyeceğiz
en son ajans haberlerini.

Diyelim ki, dövüşülmeye değer bir şeyler için,
diyelim ki, cephedeyiz.
Daha orda ilk hücumda, daha o gün
yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün.
Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu,
fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz
belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu.

Diyelim ki hapisteyiz,
yaşımız da elliye yakın,
daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının.
Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız,
insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla
yani, duvarın ardındaki dışarıyla.

Yani, nasıl ve nerede olursak olalım
hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak...
1948


Bu dünya soğuyacak,
yıldızların arasında bir yıldız,
hem de en ufacıklarından,
mavi kadifede bir yaldız zerresi yani,
yani bu koskocaman dünyamız.

Bu dünya soğuyacak günün birinde,
hatta bir buz yığını
yahut ölü bir bulut gibi de değil,
boş bir ceviz gibi yuvarlanacak
zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız.

Şimdiden çekilecek acısı bunun,
duyulacak mahzunluğu şimdiden.
Böylesine sevilecek bu dünya
"Yaşadım" diyebilmen için...

Nazım Hikmet

08 Ekim 2006

EbruG ve Televole Haramiler

Haftasonu opera ve bale sezonunu kendi adımıza açtık ve "Ali Baba ve Kırk Haramiler"e gittik. Seyredeceğimiz eserin fantastik-komik opera olduğunu bilerek oturduk koltuklarımıza.Çok para ve emek harcanmış muhteşem bir dekor karşıladı bizi.

Kitapçığı karıştırırken bir yorum gözüme çarptı: "...Ali Baba Türk kültür hayatının o geçit vermez sanılan elitist kalesinde onarılmaz bir delik açmıştır.Evet, Türkiye'de de çok nitelikli ve evrensel ölçülerde sanat yapılabilir; hem de halkın sevip anlayacağı şekilde..."


Meraklandım tabi. Neymiş bu "halkın sevip anlayacağı şekilde" nin manası?




Sanırım buymuş:
"...Üç beş gün yas, sonrası saz!Hepsi birden kaz!Kasım, Aralık, Ocak.Bur bakalım n'olacak.Kedi oğlan doğuracak...Haydi bakalım o zaman tek tek.Oynıyalım gizlice sek sek.Kimi uzun kimi kısa, her hisseden bir kıssa."
"...İşte tam bir avanak!Bakma öyle bana şabalak!"
"...keyifler tamdı, armutlar hamdı.Ama ne gamdı..."
"...milleti soydular, istikbali oydular"


"Ali Baba ve Kırk Haramiler" operası İstanbul Devlet Opera ve Balesi'nin repertuarına girmek için 17 yıl beklemiş.
Nihayet 17 yıl sonra dev bir koro Atatürk Kültür Merkezi'nin çatısı altında, Devlet Opera ve Balesi'nin milyarlar harcadığı belli olan güzellikte kostümleri içinde ve son derece etkileyici bir dekor eşliğinde, gözümüzün içine baka baka "bakma öyle şabalak" dedi.


24 Eylül 2006

EbruG'dan tiyatro rehberi



Yandaki elemanlar "Avenue Q" nun karakterleri.Avenue Q büyükler için daha uygun olduğu düşünülen bir kukla show.Londra'da 2003ten beri sahneleniyor.Ödüller kazanmış.Kolejden yeni mezun parlak bir genç adam, iyi kalpli bir fahişe, internet düşkünü bir yaratık, başarısız bir komedyen, terapist bir genç kadın ve bazı sırları varmış gibi görünen bir bankacı Avenue Q'da komşu oluyorlar ve çevrelerinde akan hayatı bize sergiliyorlar.İnternette porno siteleri de surfluyorlar, içiyorlar ve sexten de bahsediyorlar.O yüzden çocuğunuzun bu oyunu izlemesine karar vermeden önce biraz daha büyümesine izin verin diyorlar.Zaten soundtrackindeki şarkıların bazılarının isimlerini buraya yazınca siz de kavrayacaksınız durumu:If You Were Gay ,Everyone's A Little Bit Racist,The Internet Is For Porn,I'm Not Wearing Underwear Today,You Can Be As Loud As The Hell You Want When You're Making Love,There Is Life Outside Your Apartment,I Wish I Could Go Back To College...

Londra'da metrodan indiğimiz Leicter Square nerdeyse şehrin bütün tiyatrolarının toplandığı yermiş meğer.Oynayan oyunların bazıları çok tanıdıktı:39 Steps, Billy Elliot, Chicago, Dirty Dancing, Evita, Lion King, A Midsummer Night's Dream, Les Miserables, The Phantom Of The Opera, Seven Brides For Seven Brothers...

Fırsatım olsaydı The Phantom Of The Opera'yı izlemeyi çok isterdim.Bir de bu Avenue Q'yu çok merak ettim doğrusu.

21 Eylül 2006

EbruG'dan kırmızı günlük sayfası detayı


Rüzgarın ordan oraya savurduğu bir günlük sayfasının ayaklarınızın dibine düştüğünü varsayın:
...9 Eylül Cumartesi.Kahvaltıdan sonra yaklaşık 10-15 dakikalık bir yürüyüşün ardından Milton Keynes Central Station'a vardık.Biletlerimizi aldık.Trenimizi bekledik.Trenimiz uzay çağı aletlerinden değildi.Sallanarak ve sarsılarak gittik.Epey doldu hatta ayakta gidenler oldu.Gençlik haftasonu Londra'ya akıyordu anlaşılan.Yanımızda ayakta duran 4 kişilik gruptan (yaşlar 15-17) birinin Türkiye'ye tatile gittiğini ya da Türkiye'ye tatile giden bir arkadaşı olduğunu veya da Türkiye'de yaşamakta olan bir arkadaşı olduğunu kendi aralarındaki konuşmalarında duyduk.Ama bu zamane veledleri hiç de Mr. and Mrs. Brown gibi tane tane konuşmuyor bunu da söyleyeyim...Euston durağında trenden inip, işaretlerin yönlendirmesiyle Underground'a geldik.Metro haritasını inceledik, 2 kişiye sorduk.Nihayet metroya binip 3 durak gidip Leicter Square'de indik.Ta taa!Metronun merdivenlerini tırmanıp yerüstüne çıkarken heyecanlandığımı hissettim.Küçük bir dereden büyük ve dalgalı bir denize karışmak üzereydim...Yer üstüne çıktığımda ilk gördüğüm şey soylu İngiliz güneşinin altında parlayan kırmızı bir telefon kulübesiydi.Daha önce belki size söyleme fırsatım ve/veya gereğim olmadı ama birgün kendi evim olursa telefonun durduğu sehpanın arkasındaki duvarda - mümkünse gerçek boyutlarında- bir kırmızı telefon kulübesi olması gibi bir hayalim vardır benim.Hayallerimin en belirgin detaylarından birini böyle pat diye kanlı canlı karşımda görmek beni çok çok sevindirdi.
Londra'ya ilk görüşte aşık olmuştum :)

16 Eylül 2006

EbruG'un fotoğrafları



Herkese merhaba! Birçoğunuzun bildiği gibi 4-14 Eylül arası İngiltere'deydim.Bu yandaki yavrunun resmini de orda çektim.
Diğer fotoğraflar için blogun başındaki "fotoğraflara giden yol" adresine bakabilirsiniz.

29 Ağustos 2006

EbruG'dan quelle alaka Formula-1 yorumu

"203 ülkeden naklen izlenen Formula-1 Petrol Ofisi Türkiye Grand Prix'sinde birinci olan Felipe Massa'ya şampiyonluk kupasını Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat verdi. Dünya ajansları haberi, 'Kupayı Kıbrıs Türk Toplumu Lideri Talat verdi' biçiminde geçti."

Yorumlarım: (kimse kusura bakmasın bu saatten sonra reca ederim)
  • Ne alaka, hatta quelle alaka???
  • Spora siyaset karıştırdık, ayıp olmadı mı biraz?
  • Emrivakiyle nereye kadar?
  • Biz kendimizi çok mu akıllı sanıyoruz?

24 Ağustos 2006

EbruG'un yüksek doz aşkı


Arabayı sen kullan demiştim
içkiliyim.
“boşver yutalım şeritleri bas gaza” dedin
bu otel güzel adını sevdim,
orda öyle yerlerime dokun,
dokunmadığı kimsenin
sarhoş olsak ya,
kimiz unutsak ya,bulut olup iç içe
bardaktan boşansak ya
tek vücut olsak ya
yüksek doz aşk alıp burda mutlu ölsek ya
yıllar önceydi,
çok da güzeldi şimdi düşününce
benimsin demiştim
ben de senin
renkli rüyalar otelinde
kapıları çalmıştım
-cevapsız- savrulmaya
hiç atmayan kalpleriyle insanlara
ama sen farklısın
dedim,dedin ki sense
“dikkat et sadığımdır sadece KENDİME!”


"Yüksek doz aşk alıp burda mutlu ölsek ya" ...Bu lafı akıl eden , yazabilen adam, hastayım sana!!!

17 Ağustos 2006

EbruG'la zamanda yolculuk


17 ağustos 1999'da sabahın 3'ünde ölüm kapıları çaldı.Kimileri ne olup bittiğini, kapıya kimin geldiğini bile görmeden hayatının en uzun uykusuna geçti.Kimileri kapılarındaki ziyaretçiyle günlerce gecelerce anlaşmaya çalıştı.Müsait değilim, sonra gel...Ağır bir pazarlık.Tonlarca ağırlık.Bazıları alkışlarla çıkarıldı o sıkıntıdan ama çoğu göz yaşları ve çığlıklarla.Bir de tabi arkasında ağlayanı bile kalmayanlar vardı.
17 ağustos 2000'de bu sefer ben bizzat şahsen kendim bir enkazdan farksızdım.Çok sevdiğim bir insanı kaybettim.Ölmedi.Ama ikimiz de bir sürü güzel şeyi öldürdük o gün.O gece bir sene önceki depremin hatıralarıyla depreşmiş ve gerilmişken herkes, ağustos sıcağında açık pencerenin karşısındaki yatağımda dönerken,komşuların televizyonlarından gelen eski huzursuz sesler,en sevimsiz deprem hatıraları istem dışı doluşurken odama ben hayatımın geri kalanını nasıl yaşayacağımı bilemez bir şekilde, kalbimin üzerinde tonlarca ağırlıkla, sabahın 3'ünde sadece birşey için dua ediyordum.Allahım bu geceyi aklımı yitirmeden geçirmeme yardım et.
17 ağustos 2006...Sevgili günlük, bugün Üsküdar'dan Beşiktaş'a motorla geçtim.Püfür püfür.Çok güzeldi.

14 Ağustos 2006

EbruG'un kulağına ne kaçmış?

Bu haftasonu gittiğim kafede yan masadaki muhabbetlere ister istemez kulak misafirliği yaptım.

Sahne 1
Kişiler:18-20 yaşlarında iki genç kız.
A:Ya bu X beni arayıp duruyo yaa.Salak onunla cidden evlenicem filan sanıyo heralde.Hi hi hi...Ya beyinsiz yaaa.
B:Kikir...kikir...

Sahne 2
Kişiler:18-20 yaşlarında bir genç kızla bir delikanlı.
Bunlar gelip oturduklarında önce birkaç dakika ağızlarını bıçak açmadı.Kız başını eğmiş, alttan alttan gözlerini kaldırıp çocuğa bakıyordu, ezik gibi.Çocukta bir tripler ,bir sinirli sinirli üflemeler...Belli ki kız bir kabahat işlemiş veyahut öyle düşünüp alttan alan ezik taraf pozisyonunda kalması için çocuk pireyi deve yapmakla meşgul.Neyse sonra nasıl barıştılar orayı kaçırdım.Duyduğum bir dialog parçası:
Kız:Aşkım lütfeeeeen
Erkek:Ha-yır
Kız:Ya neden izin vermiyosun tuvalete gitmemeeee
E:İstemiyorum gitmiyceksin.Daha demin gittin.
K:Ya makyaj yapıcam saçıma bakıcam
E:Gerek yok

Sahne3
Kişiler:Sahne2'deki çifte 2 kız daha eklendi.
Sonradan eklenen kızlar masaya yaklaştıkları anda masadaki "erkeğine" boyun eğmiş kızcağızın ağzından şöyle bir cümle çıktı:"Yaaa ağzına -----ım senin, aynı küpeden hemen koşup almışsın bi de takmışsın yaaani.Tebrik ederim"

Şu an çok yorgunum, kafam da epey dağınık.Duyduklarımı aynen aktarmanın ötesinde aslında yorum yapmaktı niyetim bu yazının başına oturduğumda.Anahtar kelimeler de şunlardı:Kuşak farkı-kızların küfürlü konuşması-kızların "beyinsiz" dedikleri erkek arkadaşlarıyla gezip tozup sonra maceralarını çayın kahvenin yanına kurabiye yapması-sırf trip olsun diye kız arkadaşın burnunu pudralamasına engel olunulması...

Ama yazamayacağım malesef.Toparlayamıyorum.Anladınız siz ne demek istediğimi di mi?
...OK, sorun yok o zaman.

08 Ağustos 2006

EbruG işyeri zorbalarını şiddetle kınar...


Birçok insan işyerinde yapılan duygusal suistimalin (tacizin) kurbanı oluyor.O kadar fazla zarar görüyorlar ki, artık işlerini yapamıyorlar.Beraber çalıştıkları insanlar, meslektaşları, üstleri ve asları, itibarlarına, dürüstlük ve yeterliklerine yönelik, haftalar, aylar, hatta yıllar boyu süren saldırılar yapıyor.Sonunda kendi istekleriyle veya zorunlu olarak istifa ediyorlar, erken emekliliğe zorlanıyorlar.Bu "mobbing"dir:Duygusal taciz yoluyla işyerinden ihraç edilme.Henüz Türkçe'de tam karşılığı yok."MOBBING- İŞYERİNDE DUYGUSAL TACİZ" isimli bir kitap okuyorum.Okudukça ve geriye dönük düşündükçe anlam veremediğim pek çok olayın içyüzünü anlıyorum ve kitaptaki birçok yerde kendim veya çevremdekiler tarafından yaşanmış gerçek yaşam kesitleri canlanıyor kafamda.Adının mobbing olduğunu bilmeden yaşamışız.Bilmeyenler bu yazı sayesinde bari bundan sonra işyerinde uğradıkları zorbalığın adının mobbing olduğunu ve tüm dünyada malesef bulunduğunu öğrenmiş olsunlar ...

Bana mobbing mi yapılıyor?
  • yeterli bilgin olmadan karar vermeye zorlanıyorsan
  • aldığın kararlar sorgulanıyor ve bozuluyorsa
  • gerçekçi olmayan son teslim tarihleri ve aşırı iş yüküyle boğulduysan
  • toplantılardan soyutlandıysan
  • işini iyi yapabilmen için gereken bilgi akışı kesilmişse
  • yaptığın iş küçümseniyorsa
  • personel ve yetkilerin aniden elinden alınırsa
  • sözün sürekli kesiliyorsa
  • üstün veya meslektaşların kendini gösterme olanaklarını kısıtlıyorsa
  • yüzüne bağrılıyor veya yüksek sesle azarlanıyorsan
  • sanki orada değilmişsin gibi davranılıyorsa
  • sana verdikleri işleri geri almışlar ve sen de kendine yeni iş yaratamıyor durumdaysan
  • sürdürmen için anlamsız işler veriliyorsa
  • işin sürekli değiştiriliyorsa
  • itibarını düşürecek şekilde niteliklerinin dışında işler veriliyorsa
  • telefonla rahatsız ediliyorsan
  • senin işinle ilgili senden habersiz toplantılar yapılıyorsa
  • kural ve düzenlemeler sık sık değişiyorsa
  • verilen süre içinde başarılması çok zor görevler veriliyorsa
  • üstlenmeye yeteri kadar hazır olmadığınız görevler veriliyorsa

evet, sana mobbing yapılıyor. :(

Ya da bir yakınınız işyerinde büyük bir kriz yaşıyor olabilir.Karakterine uymayan aşağıdakilere benzer davranışlarda bulunuyorsa eğer, malesef o da bir mobbing kurbanı:

  • işle ilgili hikayeleri tekrar tekrar anlatıyor
  • aşırı olumsuz
  • korku, endişe, şaşkınlık içinde
  • alıngan
  • kontrolsüz öfke gösteriyor
  • konsantrasyon kaybı var
  • unutkan
  • yılgın
  • sürekli fiziksel hareket halinde
  • fazla sigara içiyor
  • uyuma güçlüğü var
  • özgüven eksikliği
  • kendini işlevsiz görme

Kitapta mobbingle nasıl başaçıkılacağının anlatıldığı bölüme geldim.Daha sonra da aile ve arkadaşları olarak bizler mobbing maduru tanıdığımıza nasıl yardım edebiliriz onu okuyacağım.Okuyup anlayınca size de anlatırım.

04 Ağustos 2006

EbruG'dan Carressa'ya...Bye bye


Çok sevdiğim bir arkadaşım annesini kaybetti.Amerika’da oldukları için yanında olamıyorum.Sürpriz değildi, beklenen ve acısız olması umulan bir ayrılıktı.Sevgili Carressa çocukları ve eşinin yanında usulca son nefesini verdi.Sağlıklı olduğu yıllarda, evsiz ve yiyeceksiz insanlara nasıl yardım ettigini, arkadaşımı da bu konulara yönlendirmeye çalıştığını hatırlıyorum.Ailecek çıktıkları seyahatleri, gittikleri geleneksel yemekleri...Çok da yaşlanamadan terketti bu hayatı.Ama benim bildiğim kadarıyla epeyce dolu dolu yaşanmış bir hayattı onunki.Ben kendisiyle hiç tanışamadım.Hastalığını öğrendikten sonra arada sırada ona İstanbul manzaralı kartlar atıp lalelerden, Boğaz’da yürüyüş yapmaktan bahsettim.Bozulan moralini, azalan cesaretini yerine getirme gayretindeydik hepimiz.Kartların işe yaradığını söylüyor arkadaşım.Okuma becerisinin iyice zayıfladığı dönemlerde, İstanbul kartlarımın basit ve eğlenceli İngilizce’si Carressa’yı yormadan oyalamış anlaşılan.
Bu bir başsağlığı yazısı veya ölüm ilanı değil.Anlatmaya çalıştığım taş attım, kolum yorulmadı.Kendimizinkinden başka hayatlar olduğunu unutmayalım ve onlara yapacağımız en küçük bir –olumlu veya olumsuz- katkının meydana getireceği sonuçları küçümsemeyelim.

31 Temmuz 2006

EbruG'un kelimeleri

Biraz dikkatinizi buraya verebilir misiniz lütfen?Önemli birşey soracağım:Konuşurken veya yazışırken sıklıkla seçtiğiniz kelimeler nelerdir?Kendinizi ifade ederken kullandığınız kelimeler?Gerginim, yorgunum, saçlarım iğrenç gözüküyor...gibi mi?

Geçen gün biryerde birilerini beklerken masanın üstünde gördüğüm kitabı öylesine karıştırdım.Kitabın ismi "İçindeki Devi Uyandır". Meğer çok bilinen bir esermiş.Yazarı Anthony Robbins.
Anthony amca der ki; sürekli olarak seçtiğimiz kelimeler kaderimizi çizer.Olayları kafamızda kendimize sunuş biçimimiz hayatta neler hissettiğimizi saptar.30 derece santigrat sıcağın altında "ooh kemiklerim ısındı valla" da diyebilirsiniz "ne zaman gelecek bu sonbahar" da.Bu son örnek bana ait, Anthony'e yüklenmeyin.
Eğer bir şeyi ifade edecek yolunuz yoksa, o şeyi yaşayamazsınız diyor yazar.Bir mağazaya girip "ben böyle, iki bacağımı ayrı ayrı içine sokabileceğim ,yanlarda cepleri, ön kısmında fermuarı olan bişey istiyorum" demekle "pantolonlarınız nerde acaba" diye sormak farklı tabi.İstediğin şeyin "pantolon" olduğunu bileceksin, ifade edeceksin.
Bir şeyi kelimeye döktüğümüz zaman ona ek boyut katmış, gerçeklik duygusu vermiş olurmuşuz.Seni seviyorum, senden ayrılmak istiyorum, başka birine aşığım,hatalıyım, suçluyum demek bu yüzden mi bu kadar zor acaba?Heralde...
Anthony'den son bir alıntı yapıyorum:"Kelime haznesi yoksul olan insanların duygusal yaşamı da yoksuldur, kelime dağarcığı zengin olanların, o tecrübeyi boyayabilecekleri çeşit çeşit renkleri vardır - bu boyama işini de yalnız başkaları için değil, aynı zamanda kendileri için yaparlar." Benim burdan anladığım :Kitap, dergi okuyun, değişik ilgi alanları olan insanlarla sohbet edin.Kelime dağarcığınızı geliştirin.Sonra günün birinde bir kızdan bahsederken "çok güzeldi" diyeceğinize "gözleri, uslu uslu akan derelerin içindeki siyah çakıl taşlarına benziyordu" dersiniz
.

25 Temmuz 2006

EbruG'un böbreküstü bezleri

"Korku, hepimizin hayatta kalma mekanizmasında var olan, her normal insanın sahip olduğu duygusal bir tepkidir. Bebeklikten yaşlılık dönemine kadar hepimiz hayatta kalma içgüdülerimize sahip olduğumuz sürede ve ölçüde, her tehlike hissedişimizde korku ile tepki veririz. Korku, aklı ve bedeni içine alan, tehlikeye karşı oluşan bir savunma mekanizmasıdır. Korku, tehlikeye karşı bizi uyaran ve tehlikeyle başa çıkmamız için bize hazırlık yapma imkanı sunan koruyucu bir amaca hizmet etmektedir"

Dün sabah (25 Temmuz Salı) çok korktum...

Korku anında ,sinir hücrelerim yardımı ile böbreküstü bezlerime bir mesaj iletilmiş ve böbreküstü bezlerinin faaliyetleri hızlanmış.(Böbreküstü bezleri hormonların salgılanmasıyla ilgili çok önemli bir merkezmiş bu arada.)
Gelen mesaja istinaden böbreküstü bezim adrenalin salgılamış.Adrenalin, tüm vücuda hızla yayılmış.
Kanımdaki adrenalin oranı arttığı için daha hızlı ve kısa süreli nefes almaya başlamışım.
Bu esnada normal şartlarda sindirim sistemime gönderilmesi gereken kan miktarı korku anında kesilmiş.Çünkü korku anında sindirim sistemi faaliyetini durdururmuş.Korku filmi izlerken patlamış mısır yiyenler? Mısırları filmden sonra mı sindiriyorlar?
Sindirim faaliyetim durunca tabi, normalde orda kullanılacak olan kan da kaslarımı beslemek üzere açığa çıkmış olmuş.
Bunlar olurken kalbim 1500 filan atmış ve de kanımdaki şeker oranı artmış.
Kanımda yükselen şeker miktarı bana daha fazla enerji vermek içinmiş. Bu fazla enerji benim istediğim birşeymiş.
Çünkü insan korkunca her an kaçma, saldırma yada o yerden uzaklaşma isteğiyle normal koşullardan biraz daha fazla enerjiye ihtiyac duyarmış.Bak işte bu çok doğru!
Kanımda dolaşan şekerin bu haliyle bana bir faydası yokmuş.Bu şekerin yakılıp enerjiye dönüşmesi için daha fazla insülin lazımmış.
Sevgili pankreasım kanıma daha fazla insülin göndererek bu ihtiyacımı karşılamış.

Beşiktaş’ta Taksim dolmuşlarının kalktığı köşede sabahın 9’unda bir “tinerci” serseriyle muhatap olmak durumunda kaldım.
Hemen bir parantez açayım:Bu insanlara “tinerci” deyip tek kalemde geçenlere çok gıcık oluyordum aslında."Tinerci" masanın üstünde gördüğümüz olay.Ama bu işin bir de mutfağı var.O çocuğu oraya getiren şartlar,kişiler,yokluklar veya çokluklar var.Kapa parantez.
Taciz mi diyelim, saldırı mı herneyse...16-17 yaşlarında saçı,kıyafetleri,yüzü,gözü aynı renk bir çocuk önüme dikildi.Ben ki tanıdığım insanlar bile bana 40cm’den fazla yaklaşsa geri adım atarım ,bu çiş ve tiner kokan yabancının beni bir de kollarımdan tutması bünyemi nasıl sarstı tahmin edin.


Olayın tamamı bir dakika bile sürmedi, ama bakın korkunca vücudumuzda neler oluyor...

20 Temmuz 2006

EbruG'la şiir saati

Her insanın bir öyküsü vardır, ama her insanın bir şiiri yoktur. (Özdemir Asaf)

Yazmayı seviyorum, yazdıkları tutkuyla okunan insanlara hayranım.Ama bir de şiir yazabilenler var.Eğiliyorum önlerinde ve öpüyorum eteklerinden.
Özdemir Asaf'dan üç güzel şiir:

NOKTASIZ
Biri gelir sorarsa
Sana beni sorarsa
Gitti der misin
Gittiğimi söyler misin
Gidiyorum ben sana
Benimle gider misin.

KALDIM
Seni düşlerime aldım,
Uykusuz kaldım.
Seni uykularıma aldım,
Düşsüz kaldım.
Başıma aldım, sensiz;
Gönlüme aldım, başsız,
Sensiz, yollarda pulsuz,
Pullarda mektupsuz kaldım.
Sana adlar aradım..
Ardında adsız kaldım.

DEĞİL
Senin o durduğun yer, sana göre değil,
Duyup dinlediklerin sana seni der değil,
Benim sana dediklerimi onlar unutturmuyor
Çünkü söylediklerim benzerli sözler değil.

19 Temmuz 2006

EbruG'dan sıcak sayıklamaları


Herkese merhaba! Bu sıcak havalar beni dağıttı.Dağıldım.Hiç birşeye dikkatimi toplayamıyorum.Odaklanma problemim var.Bir de dalıyorum.Baktığım yerde gözlerim manasız derecede uzun kalıyor.Başıma bir dert almam bu sebepten umarım.
Yatılı misafirlerimiz gitti.Hala koltuk minderlerinin altından kağıt uçak, leblebi ve bozuk para çıkıyor.Kuzenimin yedi yaşındaki oğlu Almanya'ya çok isteksiz döndü.Şiş kebap çok güzel, yine gelecek ben...Bu arada ben hala Hugo diye bir program oldugunun farkında degildim.Velet bula bula onu buldu sabah çizgi filmleri arasında.Her sabah Hugo izledik.
Misafirlerimizi bir gün Moda'ya bir gün de Ortaköy'e götürdük.Özellikle Beşiktaş-Kadıköy vapur yolculuğundan çok keyif aldılar.Martılara atılan simit parçaları aşağıdaki hangi şanslı amcanın kafasına düştüyse artık, özür dilerim.
Bu arada evdeki bilgisayarm mortingen.Kuzene gelip bilgisayarını kullanıyorum.Ama bu oda çok sıcak ve dağınık!Kuzen 4 metrekare odayı bir milyon kitap, cd, kaset, dergi, üç adet gitar ve bir vantilatörle paylaşıyor.Oturarak mı uyuyorsun kuzen cidden?
Neyse, demiştim ben size odaklanma sorunum var diye.Yazıya bakın anlarsınız.

11 Temmuz 2006

EbruG üçlü koltuktan soruyor

Kuzenim, eşi ve 7 yaşındaki oğulları Almanya'dan tatile geldiler.Bizde kalıyorlar.Benim yatağı Bıdık'a teslim ettim.Salonda üçlü koltukta 1/3lük uyuyorum.Şikayetçi değilim.Sadece bu aralar birkaç konuyu anlamaya çalışıyorum.
Birincisi aynı yemekleri yediğimiz halde nasıl olur da bu 7lik Bıdık devamlı turbo modunda olur?Bir insan nasıl yolda asla düz yürümez...ya koşar ya zıplar ya da olmayacak şeylerin üstüne çıkar?
İkincisi kan bağı diye birşey var mıdır ,nedir?En son 3 yıl önce gördüğümüz çocuğu nasıl bu kadar severiz?

09 Temmuz 2006

EbruG Enka'dan bildiriyor

Levent Yüksel'in o fazla büyük gülümsemesi bana hiç hoş görünmezdi.Haddinden fazla güleryüzlü insanları yapmacık bulmamdan dolayı heralde.Yine de geçen Cuma akşamı Enka'daki Levent Yüksel konserine gittim.Hemşirelerden mühendis olanla birlikte açıkhavada canlı müzik dinlemek ve şarkı söylemek fikri beni cezbetti.Enka'nın küçük ama sevimli konser mekanını görünce dedim ki, ne hoş sanatçıyla dinleyici için samimi bir ortam.Levent Yüksel'in şirinlik muskası mimiklerini kaçırmayacağız.Konser başlaması gereken saatte başladı.Tempo tutuyoruz, şarkı söylüyoruz, herşey normal.Ama bir gariplik var.Nasıl bir konser izleyicisiyle birlikteyiz ya da burada adetler mi böyledir anlamaya çalışıyoruz.Devamlı bir insan trafiği var.Gelen, giden durmuyor.Biz "med cezir"e konsantre olmuşuz, yine süslü bir hatun tin tin tin önümüzden geçiyor.İki dakika geçmeden kendine benzer üç kişiyi peşine takmış vaziyette aynı tempo resmi geçit devam.Biraz sonra bir anne çocuğunu tuvalete götürüyor.Daha kendime çektiğim dizlerimi açmadan biri daha.Geri dönüşlerini hiç anlatmayayım.Herşey dahil bir fabrikasyon tatil köyünde animasyon mu izliyoruz biz? Ya da ne bileyim Erdek'te terlik-şort elde çekirdek dolaşırken girdiğimiz bir çay bahçesinde miyiz?Samimi bir konser ortamı demiştim ama Levent Yüksel "yarin gözü yüksekte, benim bir kuru aşkım var" derken sahnenin ortasına nerden geldiği belli olmayan bir basket topunun yuvarlanacağını tahmin etmemiştim.Ben konser izleyicinde masaya dansöz çıkartıp oynatan bir kıvam hissettim.Levent Yüksel "hoşçakalın" dediği an protokol teyzeler üzerinde hala sanatçının ve saz arkadaşlarının da bulunduğu sahneyi de kullanarak mekanı bir an evvel terk etmenin derdine düştüler.
Gelelim Levent Yüksel'e...Yapmacık olduğu fikrimi taşımıyorum artık.Adam güzel gülüyor yahu.Performans yukarda anlattıklarıma rağmen süper.Bir de ben meğer epey Levent Yüksel şarkısı biliyor ve seviyormuşum.Nerdeyse bütün konser eşlik ettim Levent'e .
"Kadınım söyle mutlu oldun mu?Bu deli adamı unuttun mu?Sevdin mi, ah gerçekten seviştin mi?Söyle, onları da öptün mü?"
"...öyle sınırsız, öyle derin, öyle çok severim ki korkarsın..."
Konser çıkışı hemşireyle Emirgan'a gidip menemen yiyip çay içtik.Boğaz'a bakıp "yarim İstanbul gel öpeyim gerdanından" dedik.
Özetleyecek olursak, artılar eksileri götürdü.Geriye birlikte söylenen şarkılar, içilen çaylar, kendi adıma yeniden keşfedilen Levent Yüksel ve tabi ki yarimiz İstanbul kaldı.

03 Temmuz 2006

EbruG radyoda

Evimizin karşısındaki baz istasyonunun kaldırılması için komşularımızla birlikte verdiğim mücadelenin günlüğünü ayrı bir yerde tutuyorum aslında.Ama burda da anlatmak istediğim bir gelişme var.Ben 2 Temmuz Pazar günü saat 13:00 le 14:00 arası Marmara FM'de canlı yayın konuğuydum.Tüketiciler Birliği'nin katkılarıyla hazırlanan bir programda derdimi bol bol anlatmama olanak sağladılar.Çok heyecanlandım.Sabahın köründe kalkıp ders çalışır gibi söyleyeceklerimi kafamda tasarladım.Söylemesi zor olan bazı kelimeler var.Arka arkaya üç kere "telekomunikasyon kurumu" demeyi deneyin mesela.Onları biraz çalıştım filan.Sonra yanıma kuzenimi de alıp gittik Çamlıca'ya.Program iyi geçti.Tüketiciler Birliği Başkanı olan bir avukat beyefendi de telefonla bağlandı, o da çok güzel konuştu.
Daha önce yaptığımız bir sokak eylemi Flash TV'de haberlere çıkacak diye yanlış alarm verip çoğunuza o akşam boş yere Flash TV izletmiştim.Bu sefer de aynı şey olmasın diye önceden duyurmadım.

01 Temmuz 2006

EbruG konsere gitti!

Harbiye Açıkhava'da konser biletleri çok pahalı diye isyanlardaydım burda bahsetmiştim, hatta belki görmüşsünüzdür Hürriyet'in Kelebek ekinde yazan Onur Baştürk'e de aynı şekilde ağlamış ve "ühü, bu sene biraz zor giderim ben MFÖ konserine, halbuki gitmezsem de batsın bu dünya" tarzında şeyler yazmıştım.Adam da bunu köşesinde yayınlamıştı.
Meğer ağlayan çocuğa bir meme veren oluyormuş harbiden.Doğumgünü hediyesi olarak bir arkadaşım beni konsere götürdü!Böylece gelenek bozulmamış olduk.Üçümüz yine bağıra çağıra bütün şarkıları söyledik tüm konser boyunca.Üçüncü kim diye merak eden olur, biliyorum.Panik yapmayın.Üç numara, iki numaranın ,yani bileti alma nezaketinde bulunanın kardeşi.O da MFÖ çoksever bir arkadaşımız ve vatani görevini tamamlayıp eve döneli daha bir hafta olmadı.
Açıkhavada karambolde sesim bana epey güzel gelmişti aslında.Fakat çıktığımızda çok sigara içen teyzelerinki gibiydi.Ali Desidero, Yalnızlık Ömür Boyu, Asabiyim Ben, Mecburen, Sufi, Güllerin İçinden,Ele Güne Karşı, Bu Sabah Yağmur Var İstanbul'da, Sarı Laleler...Gaza gelip ayağa kalkınca arkamdakiler kibarca oturmamı istedi.
Konsere gitmiş olmak benim için çok güzel ama Açıkhava MFÖ ekürisinin fire vermeden geleneğini devam ettirebilmiş olması daha da anlamlı.
Ne diyeyim, hepinizin böyle arkadaşları ve böyle hatırladıkça yüreğinizi ısıtacak ortak hatıraları vardır umarım.

25 Haziran 2006

EbruG'un pazar gezmesi

İTÜ Kimya Mühendisliği'nden mezunum.İTÜ kazık bir okul kabul edin.O zor şartlarda hayatta kalma ve sınıf geçme mücadelesi verirken yol arkadaşlarınız da çok değerli oluyor.Okunaklı ders notu , fotokopici sırası, laboratuar günleri, deney raporları, asistan tripleri, bitirme ödevi derken bitti çok şükür.Saydığım ve benzeri bir sürü stres toplarını arkadaşlarla ve arkadaşlar sayesinde bertaraf ettim.Ettik.
Pazar günü o kimya mühendislerinin bir kısmıyla bir tanesinin evinde bir araya geldik.Ev sahibi çiftin bir yaşına yeni giren oğluyla yaşadığım tek taraflı aşktan bahsetmiştim, hatırlarsınız.Gelen arkadaşlarım arasında doğanın çağrısını kulak ardı etmeyip evlenen çocuk sahibi olanlar da vardı.Onlara sevgili eşleri ve çocukları da eşlik ediyordu.Hatta bebeklerden bir tanesi annesinin karnında geldi.Bir zamanlar "temel işlemler dördüncü deneyi, sayısal analiz, reaktör tasarım,kondensasyon raporu,milimetrik grafik kağıdı" muhabbeti yaptığım insanlarla "normal doğum mu sezeryan mı" diye konuşmak "kekin tarifini isterim" diye kaynatmak ne acaip.Ama aynı zamanda çok güzel.

22 Haziran 2006

EbruG'dan EbruG'a


Sevgili EbruG,

Yarın (23 haziran) 30. doğumgününü üçüncü defa kutlayacaksın.Kaç yaşında olursan ol, sen hep benim küçük zerdali ağacımsın.Bu şiiri seversin biliyorum.Sana armağanım olsun.İyi ki doğdun!

EbruG









Zerdali Ağacı
Havalar güzel gidiyor
Sen de çiçek açtın erkenden
Küçük zerdali ağacım,
Aklın ermeden.
Bak kurt gibi kalın yapılı
Görmüş geçirmiş ağaçlara
Küçük zerdali ağacım,
Pişman olursun sonra.
Şimdi okşar da hafif hafif
Bir gün yerden yere çalar rüzgar
Küçük zerdali ağacım,
Bakma güzel gitsin havalar.
Sallansın dalların çocuklar gibi
Bakma güneş ısıtsın varsın
Küçük zerdali ağacım,
Sonra donarsın
Zemheri bahar mı olur
Akşamları seyret anlarsın
Sakın erkenden çiçek açma
Küçük zerdali ağacım.

Cahit Külebi

21 Haziran 2006

EbruG'dan noktasal atışlar

*Geçen hafta içinde bir akşam hemşirelerden birinde kaldım.Yemyeşil bir bahçenin ortasında dut ağaçlarının arasında müstakil bir evde uyanmak ne güzel birşey anlatamam.Balkonda yapılan uzun kahvaltının keyfini siz tahmin edin.Misafir modunda olmak ve şımartılmak da cabası.Çok iyi geldi bana bu yeşil gölgeli balkon keyfi.
Ama hepsi bu değil.Eve dönüş yolunda yaptığım Arnavutköy-Kuruçeşme sahil yürüyüşü, kemiklerimi ısıtan güneş, Boğaz, herşey çok güzeldi.Aşşk Cafe'de verilen molada Boğaz'ın serin sularının nerdeyse ayaklarıma çarptığı bir masada içilen ince belli çay.Yalnız olmanın her zaman da mutsuzluğun gerek yeter şartı olmadığını düşünmek.Bana böyle güzel bir gün başlangıcı yaşatan hemşireye gönülden teşekkür etmek.Öteki hemşireye kıskandırma mesajları göndermek ;)
Unutmayacağım bir sabahtı.Renkleriyle, ışığıyla, sesleriyle, kokusuyla, tatlarıyla ve sıcaklığıyla.Olabildiğince çok detayla kaydetmeye çalıştım hafızama.Kendimi kötü hissettiğim zamanlarda gözlerimi kapatıp hatırlamak üzere...

*Cumartesi akşamı bir düğüne gittim.Aslında düğün demeli mi, emin değilim?Cumartesi gündüz nikahlanan bir çift arkadaşımızın gelinlik ve damatlık kostümleriyle katıldığı özel bir parti...Damat fotoğrafçı gelin tur rehberi olunca davetliler de gittiğim çoğu düğünden daha renkliydi elbet.Çoğunu duymuşum, bazılarını görmüşüm ,bazı bazılarıyla yemişim, içmişim, takılmışım.Ama hepsini bir arada ilk görüşüm.
Düğünden aklımda kalanlar:Yeşil king kong peruklu damat, halay çeken japonlar, ayak üstü içilen çorba, hemşirelerle bağıra bağıra söylenen ajda pekkan şarkıları, ayağımı vuran hain ayakkabı.

*Dün akşam üzeri (21 haziran) mezun olduğum lisede 2006 yılının mezunları için tören yapıldı.Cübbelerini ve keplerini giyip mezuniyet belgelerini aldılar.Benim bu bahçede bu cübbeyi giyip aynı heyecanlı adımlarla elimdeki tek kırmızı gülle bu kürsüye ilerleyip bu belgeyi almamın üzerinden 15 yıl geçmiş!Bir eski mezun olarak katıldığım bu mezuniyet töreninde, kendisi 1975 mezunu olan ve oraya oğlunun mezuniyetini izlemek üzere gelen biriyle konuştuk.Nişantaşı Anadolu Lisesi veya tarih içinde daha bilinen adıyla English Highschool...Öyle güzel ve özel bir ortak payda ki farklı kuşakları bir araya getirebiliyor.Lise anılarının canlandığı tatlı ve buruk bir akşamdı diyebilirim.Çocuklar kepleri havaya atarken ben yine ağlıyordum.
Bu arada 1984-1991 yılları arasında bana ısrarla ters takla attırmaya çalışan beden eğitimi hocamızın hala aktif dinamik ve heyecanlı bir şekilde derslere girdiğini görmek beni sevindirdi.Ben hala ters takla atamıyorsam, artık bu benim meselem sanırım.

20 Haziran 2006

EbruG dağa çıktı, hüzün yaptı

Brokeback Mountain...Çok tartışıldı. Yurtdışında bir defileye concept oluşturduğunu bile gördüm.En son MTV Movie Awards'de "Best Kiss" ödülünü aldı.Ben filmi dün (19 haziran pazartesi) izledim.
Tek ağlayan ben miyimdir bu filmde merak ederim?
Siz o filmdeki karakterlerin boyunu posunu ve cinsiyetini bir yana bırakıp ortadaki umutsuz aşkı görmediniz mi?
Ailenin, çevrenin ve toplumun genelinin çizdiği yoldan yürürken, gerçekleşmeyeceğini bile bile hayaller kuran o insanların yıllar süren kavuşamama hikayesi içinizi acıtmadı mı?
O saklı ilişkiyi yaşamaya çalışırken daha cesur ve gözükara olanın, ilişkiyi bir adım öteye taşıma isteğinin her defasında ötekinin bazen kırıcı derecede soğuk, ilgisiz tavırlarıyla cevapsız bırakılması...Bu duygu çok mu yabancı?
Kollarını açıp kendisine sarılacağı anı hayal ederek kilometrelerce öteden geldiği sevdiği adam yüz vermeyince, o hayal kırıklığı, kızgınlık ve cezalandırma arzusuyla kendini istemeye istemeye başka kollara atma tepkisi...
Sonra o soğuk ve ilişkiyi baştan beri sahiplenmemiş görünen tarafın, hasret ve çaresizlik içinde sevdiğinin gömleğindeki kokuyu içine çekip gizli gizli ağlaması...Yapmadığımız veya tanık olmadığımız birşey mi?
Umarım bu filmi sadece taş gibi iki adamın çatır çatır sevişme sahnelerinin olduğu bir gay filmi olarak izlemezsiniz.

16 Haziran 2006

EbruG çiftlikten bildiriyor


Organik Ürün Kutu Sistemi'ni biliyor muydunuz?Ben İngiltere'den gelen arkadaşımdan duymuştum ama burada da var olduğunu yeni öğrendim.Ne de olsa bilmemek değil öğrenmemek ayıp.
Organik sertifikalı çiftlikler var.Buralarda organik tarım yapılıyor.Organik tarım demek, haşere ve hastalıklarla doğal yöntemlerle mücadele edilen tarım demek oluyor.Böylece vitaminlerini kaybetmemiş ve de zehirli kimyasallardan arındırılmış gıdalar üretilebiliyor.
Mesela bir X firması üzerinden anlatmaya çalışayım."X Çiftliği Organik Kutu Sistemi"...
Sisteme abone oluyorsunuz.Size kutu tiplerini tanıtıyorlar.Neler olabilir kutu tipleri?Sebze ağırlıklı, salata ağırlıklı, karışık, sağlık otları içeren, büyük, küçük, mevsimlik meyve içeren, vs.Kutu içerikleri belirlenirken kaliteli ve dengeli beslenmeyi sağlayacak ürün çeşitliliği ve ürünün Türk mutfağında kullanılma sıklığı göz önünde bulunduruluyor.Ayrıca ülkemizde bulunması güç sebze, salata ve baharat çeşitleri de var.(Tomatilloyu duymuş muydunuz mesela?)Tercih ettiğiniz kutunun dağıtım sıklığını da siz belirliyorsunuz.Tatil veya seyahat gibi sebeplerle aboneliğe ara verebiliyorsunuz.Bu arada kutu içerikleri sabit kalacak diye bir şart yok.İstediğiniz özel bir ürün olursa kutunuza ekletebiliyorsunuz.Kutular soğutuculu araçlarla dağıtılıyor.Ürünler 24 saat içinde tarladan evinize geliyor.Sertifikalı bir üreticiden aracısız olarak doğrudan mutfağınıza ulaşmış oluyorlar.
Evet, resimdeki güzelin ismi "Tomatillo"." Dış kabuklarını çıkartıp yıkayın. Eğer isterseniz kabuklarını da soyabilirsiniz. Tomatilloları bütün veya doğranmış olarak pişirebilirsiniz. Meyveleri üstü kapalı bir tencerede az suyla buharda 5-7 dakika kaynatın. Bu aşamada tomatillo sos kıvamına gelir ve sosun içinde küçük çekirdekler ve kabuk görürsünüz. Karışımı istediğiniz yemeğe ekleyebileceğiniz gibi tuz ve biberle tatlandırıp acı biber ekleyerek yemeklerinizin yanında garnitür olarak da kullanabilirsiniz."

14 Haziran 2006

EbruG birgün evden çıkar ve...sonra geri gelir


13 Haziran Salı günü saat 13:00 gibi evden çıktım.Dolmuşla Taksim'e geldim.Sen Antuan Klisesi'nin Karşısındaki Elhamra Pasajı'nın içindeki Karşı Sanat Galerisi'nde "40 Ayna" diye bir sergi var.Niyetim onu görmekti.40 tiyatro oyuncusunu, yarattıkları karaktere geçiş kapısı ve sahneye çıkmadan önceki son hesaplaşma alanları olan aynalarla birlikte fotoğraf sanatçısı Muammer Yanmaz'a poz vermiş. 40 Adet siyah beyaz fotoğraftan oluşan sergide; Ali Poyrazoğlu, Arsen Gürzap, Ayla Algan, Bülent Emin Yarar, Can Gürzap, Cihan Ünal, Cüneyt Türel,Çiğdem Selışık, Demet Akbağ, Engin Cezzar, Erol Günaydın, Erol Keskin, Genco Erkal, Gülriz Sururi, Hadi Çaman, Haldun Dormen, Haluk Bilginer, Işık Yenersu, Köksal Engür, Macide Tanır, Mahir Günşıray, Mehmet Akan, Meral Çetinkaya, Metin Serezli, Müjdat Gezen, Münir Özkul, Nedret Güvenç, Nejat Uygur, Nevra Serezli, Rasim Öztekin, Rutkay Aziz, Selçuk Yöntem, Sumru Yavrucuk, Tilbe Saran, Uğur Polat, Yıldız Kenter, Yılmaz Erdoğan, Zafer Ergin, Zeliha Berksoy ve Zuhal Olcay’ın fotoğrafları var.
Sergiye gittim.Karşı'da aynı zamanda bir de resim sergisi vardı.Nalan Yırtmaç ve Fulya Çetin isimli iki sanatçının çok ilginç ve bence eğlenceli resimleri vardı.40 Ayna sergisindeki fotoğrafların çoğunu gazetede gördüğümü farkettiğimden, diğer resim sergisi benim için çok hoş bir sürpriz oldu.Olmasaydı belki de hayal kırıklığıyla çıkacaktım Karşı'dan.
Oraya kadar gitmişken Sen Antuan'da mum dikmeden olmaz.Allah hepimizin dualarını kabul etsin.
Kiliseden çıkınca çaktırmadan bol bol yağan yağmurun altında leopar desenli şemsiyemle Tünel yönünde yürümeye devam ettim.Şimdi'ye vardım.Bir kahve söyledim ve arkama yaslandım.Güzel mekan.Kahve 4 mio.Çıkarken kapının yanındaki broşürlerden birinde çok uzun zamandır rastlamadığım bir tanıdığımın adını bir takım sanatsal faaliyetlerin içinde gördüm.Eh en azından yaşıyormuş ve sanat yapacak durumdaymış, öğrenmiş oldum :)
Dönüş yolunda meydana doğru yürürken İstiklal Caddesi'ne soldan bağlanan sokaklardan birinde "Carnival" diye biryer hep görmekteydim.Gidip yakından baktım.O sokağın devamında sıcak yaz akşamlarında hoş olabilecek mekanlar gördüm.İstiklal'e geri döndüm.Yukarı yürümeye devam ederken Rejans'ın olduğu çıkmaz sokakta "Gölge Kahve " diye başka biryer gördüm.Bomboştu ama çok kafa dinlenecek kaçış için uygun biryer gibi göründü.Denemek lazım.Odakule'ye çok yakın.Pratik biryer.
Odakule civarındayken Pera Müzesi'ndeki sergiye bakayım dedim."Portreler" fotoğraf sergisi vardı.Güvenlik kapısından laylaylom ben buraların yabancısı değilim hep gelirim rahatlığıyla geçtikten sonra danışma-resepsiyon gibi olan yerdeki adam "stop" dedi.Giriş olmuş mu sana 7 mio ,Mayıs itibariyle.Eski giriş ücreti 0 (sıfır) liraydı.Geçiyordum uğradım ruh halimden bir çırpıda sıyrıldım."Hmm, hık, mık, cık cık cık" yaparak filmi geri sardım.Pera Müzesi'ne hiç girmemişim gibi İstiklal Caddesi'ne katıldım.İstiklal'e giriş hala ücretsiz.Hergün halk günü.Halbuki 72 millet bir arada.Her an ayrı bir enstalasyon.Açıkhava müzesinin en büyüğü burda.Umarım yetkililer uyanmaz bu duruma.
Starbucks'ın devasal kadife koltuklarında arkama yaslandığımda ayaklarım havada kalıyor.Ayaklarımı sallayarak 2,5 mio'ya yeşil çay içtim ve bunları yazdım.Neden bilmiyorum, belki de suça eğilim, bir avuç dolusu kahve çekirdeği çalarak sıvıştım.Kendimce heyecan yaptım.
Taksim civarında oturan bir arkadaşımla buluşmak üzere Kaktüs'e giderken haftaya nikahı olan başka bir arkadaşıma bezgin bekir modunda elinde bir deste davetiyeyle ıslanırken rastladım.Bir uzak akrabayı daha bulmak üzere gözden kayboldu.Kaktüs'de içtiğim çayın ve sodanın parasını centilmen arkadaşımın ödemesine izin verdim.Dünya Kupası, geçim derdi ve benim baz istasyonu mücadelem ekseninde konuştuk güldük.
Yağmurun altında evlere dağıldık.

10 Haziran 2006

EbruG'un yeni bloguyla tanışın lütfen

Bu baz konusu burayı kastı.Biraz da uzun sürecek gibi gözüküyor.Bir de düşündüm ki baz istasyonu günlüğümü başlı başına ayrı bi yerde tutayım.Belki günün birinde birinin de işine yarar.Ya da ne bileyim, baz bloguna bakıp, aylardır bir arpa boyu gitmemişiz diye kendimizi üzecek yeni bir konumuz olur.
Bayanlar, baylar!EbruG'un baz istasyonu günlüğüyle tanışın lütfen :

http://ebrug-baz.blogspot.com

08 Haziran 2006

EbruG'un hayatında biri mi var?

Birkaç ay önce biriyle tanıştım.Bir erkek.Onu ilk gördüğümde yağmur yağıyordu.Biraz yürüdük ve ben onunla kaldığı otele gittim.Sonra birkaç kez daha otelde buluştuk.Girişteki İtalyan lokantasında müthiş yemekler yiyip, dinlenmek üzere odaya çıkıyorduk.Saatlerce onu izleyebilirdim.Gülüşünü, güneş vurunca kıstığı gözlerini,kendine has mimiklerini.Şimdi düşünüyorum da beni doğallığıyla bu kadar etkiledi sanırım.Bir de tabi o eşsiz kokusuyla.İlk gördüğüm andan beri ona sarılıp uyumanın nasıl birşey olduğunu hayal ediyorum.Otelden çıkıp yeni evine taşınınca onu ev ortamında görmeye başladım.Böyle olunca daha çok şey paylaşma imkanımız da oldu.Müzik dinleyip dans ettik.Çok güzel dans ediyor.Birkaç gün önce onun için alışveriş yaptık.Fotoğraf çektik.En son olarak da Dolmabahçe'den denizi, martıları ve tekneleri izledik.

Bu adam henüz 11,5 aylık.Çok sevdiğim arkadaşlarımdan birinin oğlu.Bu dünyadaki en güzel şeylerden biri.Ne ismini söylemeye ne de buraya resmini koymaya kıyamıyorum.

Öpüyorum seni küçük sevgili :)

07 Haziran 2006

EbruG'un bazlı günleri...never ending story

Karşı binamızda yükselen baz istasyonuyla sizi tanıştırmıştım hatırlarsınız.Sağlığa zararlarından, kanserden, tümörden birsürü sevimsiz konulardan bahsetmiştim.

O istasyonu - o binada oturan kiracılar dahil- kimse istemiyor.

Binada oturmayan bina sahibi ise baz istasyonu anlaşmasıyla aldığı birkaç bin doların sarhoşluğuyla kiracılarına burda anlatamayacağım tepkiler veriyor.

Telekomunikasyon Kurumu'na yazdiğimiz yazıya cevaben, "kardeşim, ben baz istasyonuna kurulduğu an geçici sertifika veririm, sonra bir ara gider ölçümlerini yaparım, uygunsa kalıcı sertifikasını veririm, değilse kulağını çekerim, ayarını yaparım" anlamında bir yazı aldık.Bir kıvırma var, evet.

Bu arada baz istasyonunun kabul edilen değerler arasında olması da bizi kesmiyor doğrusu.Çünkü bilinen bişey varsa o da şu ki, o değerler arasında olması bunların tamamen zararsız olduğu anlamına gelmiyor.Diğer bir bilinen ise, bizim gibi birçok komşumuzun o baz istasyonuyla ömrümüz yettiğince zorunlu komşuluk yapıyor olacağı.Yani, üç gün veya beş ay değil yıllaaaaarca beynimizin dibinde ziv ziv ziv...

Efendime söyleyeyim, Telekomunikasyon Kurumu'ndan aldığımız yanıttan sonra, mahalle muhtarlığına, kaymakamlığa, Beşiktaş Belediyesi'ne altında toplu imzalar bulunan yazılar, dilekçeler gönderdik.

Ne yazık ki hepimiz körüz de karşımızdaki filin biyerini tutup "hmmm" diyor ve fil denen şeyin ne olduğunu anlamaya çalışıyor gibiyiz.Muhatabımızı halen bulamadık.

Bu arada "sen kiminle dansettiğini sanıyorsun" derler ya filmlerde, aynen o hesap.Biz memleketin en güçlü iki GSM şirketine hesap sormaya, kafa tutmaya çalışıyoruz.Bünyelerinde en kurt avukatları süper maaşlarla barındırıyorlar, televizyon ve gazetelerin en ballı reklam vericilerindenler.Sesimizi duyurmak için bir televizyon kanalını arasak dediğimizde, o büyük kanallardan birinden aldığımız off the record bir samimi yanıt, "kendi içimizde ters düşmüş oluruz"du.

Son durum, 10 Haziran Cumartesi günü binanın önünde toplanacağız.Derdimizi birilerine anlatmaya çalışacağız.

04 Haziran 2006

EbruG'un kirpiğinde

Kirpiğimde düşmeden duran bir damla yaş ve titreyen detone sesimle söylüyorum.Hiç kimse kusura bakmasın.

Yoksun yine varlığım sürünüyor
Sensizliğim bilinmiyor
Sen gittin gideli ellerim hep titriyor
Kalbim bu acıyı saklıyor

Yıllar sonra bile hiç kimseye söyleyemedim
Bu sevdayı kalbime gömdüm ve sen öldün
Şimdi eşim dostum beni hastayım sanıyor
Yastayım ama kimse bilmiyor

Seni son gördüğüm yerde yıllar sonra

O gün geldi yine aklıma
Bu kez bir elimde kızım içimde fırtına
Göçüp gittiğin o yolda

Sen varmışsın gibi gibi her gece ışığı kapatmadım

Gel gör ki ben hala yokluğuna alışamadım
Şimdi eşim dostum beni hastayım sanıyor
Yastayım hiç kimse bilmiyor

Bugün doğum günün yanında değilim
Bu yüzden hiç iyi değilim
Yaşlandım artık bıraktığın gibi değilim
Üstelik bir kızım var evliyim

Çok zor o kadar yıl sonra itiraf etmek
Bu aşkı bertaraf etmek
Yaşasaydın sana söyleyecek çok şey vardı
İsterdim bak unutmadım demek

Ferhat Göçer'in albüm satışına büyük katkı sağlayan "Yastayım" isimli bu duygusal şarkının söz yazarı Ercan Saatçi.

EbruG baobabları anlatıyor


Okan Bayülgen'in fotoğraf sergisine gittim.Zekai Demir isimli bir fotoğrafçı arkadaşıyla birlikte Madagaskar'da çektiği fotoğraflardan oluşan bir sergiydi.Serginin adı "Baobab Yolu"ydu.Baobab bir ağaç türü.Fotoğrafların çoğunda var.Çok garip ve heybetli bir ağaç.Gövdesinin çok büyük bir kısmında dal veya yaprak yok..Dallar ağacın tepesine çok yakın bir seviyeden çıkıyor .Tanrı bu ağacı yarattığında, baobab ağacı "vay be ne kadar güzelim, çok büyüğüm ,çok etkileyiciyim" diye havaya girince ,ders olsun diye Tanrı onu topraktan söktüğü gibi tepetaklak tekrar dikmiş.Efendim tepesinde gördüğümüz, gövdesine göre oldukça gösterişsiz dallar budaklar kökleriymiş yani cezalandırılmadan önceki halinde.
Allah Baba bizi kayırıyor heralde insan cinsi olarak.Yoksa çevremizde birsürü amuda kalkmış tipler olurdu diye düşünüyorum.Canlıların en akıllısı olarak bu baobab kardeşlere bakalım ve ders alalım bence.Bir anda tepetaklak olabilir, dünyaya hiç bakmadığımız bir açıdan bakmak zorunda kalabiliriz.Bakalım o zaman da bu ağaçlar gibi sağlam kalmayı başaracak mıyız?

28 Mayıs 2006

EbruG özür diler...İstanbul Modern'den cevap gelir...

İstanbul Modern, modern sanatımızın öncülerinden Fahrelnissa Zeid ve Nejad Devrim'in yapıtlarından oluşan "Fahrelnissa ile Nejad: Gökkuşağında İki Kuşak" sergisini 18 Mayıs 2006'da açtı.Serginin son günü 27 Ağustos.
25 Mayıs Perşembe günü İstanbul Modern'deydim.Haddim değil, resimler hakkında konuşamam.İstesem de beceremem zaten, ama özellikle Fahrelnissa'nın hayat öyküsü çok etkiledi beni.

"Sadrazam Cevat Paşa'nın kardeşi diplomat, komutan, fotoğrafçı ve tarihçi Şakir Paşa ile Giritli Sare İsmet Hanım'ın kızı olan Fahrelnissa Zeid, Osmanlı İmparatorluğu döneminde bir çok asker, idareci ve bilim adamı yetiştiren Şakir Paşa Ailesi'nden geliyor. Bir Osmanlı aydını olan aile, Cumhuriyet hümanistleri arasında önemli bir yer tutar. Fahrelnissa Zeid, Halikarnas Balıkçısı yazar Cevat Şakir Kabaağaçlı ve ressam Aliye Berger'in kardeşi, seramik sanatçısı Füreya Koral'ın teyzesidir. Yazar İzzet Melih Devrim ile evliliğinden olan çocukları ise ressam Nejad Devrim ve yönetmen, tiyatro sanatçısı Şirin Devrim'dir."

Umarım birileri bu özel insanın hayat serüvenini güzel bir belgesel yapar, zira Fahrülnissa'nın ailesi, çocukluğu, evlilikleri, kocaları, çocukları, yaşadığı şehirler, seyahatleri, Atatürk'lü anıları hepsi ama hepsi birbirinden etkileyici hikayeler barındırıyor.

İstanbul Modern'e bu ilk gidişim değil, ama her seferinde heyecanlanarak girdim o kapıdan.Şehir dışından gelen dostlarımı da mutlaka fırsat bulup götürmeye gayret ettim.

Müzenin içinde bir de kafe var belki biliyorsunuzdur.Manzarası şahane, yemekler güzel, ortam hoş.Amaaa...

Ama, bu gidişimde çok rahatsız edici bir durum söz konusuydu.Benim bulunduğum 12:00-15:00 saatleri arasında müzeyi yoğun bir yemek kokusu sarmıştı.Düşünsenize, siz bir yandan hayal dünyanızda yolculuğa çıkmışsınız , kah Fahrülnissa'yla Londra'dasınız, kah Nejad'la Paris'te bir atölyede.Ama o lanet yemek kokusu hep yakanızda!

Bir modern sanatlar müzesini gezerken, havalandırması olmayan ikinci sınıf bir lokantadaymış gibi neden hissetsin ki insan?Biz ziyaretçilere zaten ayıp da, orda eserleri sergilenen çoğu tek başına bir müzeye bedel sanatçılara daha da büyük ayıp değil mi?
Ben kendi adıma özür diledim onlardan ama galiba "bir daha olmasın" dediler.

Sayın Ebru Gazioğulları,
Öncelikle müzemizle ilgili değerli görüşlerinizi bizimle paylaştığınız için çok teşekkür ederiz.
Sizi rahatsız etmiş olan ve İstanbul Modern olarak bizim de farkında olduğumuz yoğun yemek kokusunun önlenebilmesi için bugüne kadar çeşitli çalışmalar yapılmıştır. Ancak kokunun tamamen önlenebilmesi mümkün olmamıştır. Yapılan çalışmalarda, bu problemi ortadan kaldırabilmek için gereken tadilatın ciddi boyutlarda olduğu görülmüştür.
Sonuç olarak müzemiz söz konusu tadilatı, yapı işleri programına almıştır. Ancak teknik bir takım gerekler dolayısıyla yapılacak işin zamanlaması kesinlik kazanmamıştır.
İstanbul Modern’e göstermiş olduğunuz ilgiye ve daha güzel bir İstanbul Modern için olduğuna inandığımız yerinde uyarılarınıza içten teşekkürlerimizi sunarız.
Saygılarımla,
Funda Öge
İSTANBUL MODERN















24 Mayıs 2006

EbruG şiir okurken

beni yanlış evlerde aradılar ; süt dökmüş kedilerin,
kapısı kilitli dağların yamacında , gereğinden fazla
süren suskunluğun eşiğindeydim oysa.
...
ayna ;
beni yanlış öptüler aslında

altay öktem

22 Mayıs 2006

EbruG ve Açıkhava


Mazhar Fuat Özkan Grubu, yeni ve eski şarkılarıyla sahnede...Kısa süre önce çıkan AGU isimli albümlerinin birbirinden güzel şarkılarından seçmeler ile, gönüllere taht kurmuş klasiklerini onlarla birlikte söylemek isteyenler için MFÖ 30 Haziran Cuma akşamı Harbiye Açıkhava Tiyatrosu'nda olacak.

Bilet Fiyatları
A - B - C - D - E BLOK: 65 YTL
H - K - L - M - G - N BLOK: 55 YTL
F - P BLOK: 45 YTL


Fakirlik edebiyatı yapmak değil niyetim.Ama anlayamıyorum harbiden.Anadolu yakasında oturan bir çiftin bu konseri en dandik yerden izlemek için bile cebinden -yol paralarını da düşünerek- 100 YTL çıkması söz konusu.
Harbiye Açık Hava her zaman sevdiğimiz sanatçıları yıldızların altında izlemenin ,kucaklamanın, sevdiklerimizle beraber bir ağızdan şarkı söylemenin adresi oldu bizim için.
Yaptığım basit oran orantı hesapları yeterli gelmiyor bu bilet fiyatlarını anlaşılabilir kılmaya.Gecen sene 20YTL'ye yine Açıkhava'da yine MFÖ izledik.Biz her yaz gitmezsek bir MFÖ konserine o sene içinde kesin kurtlanırız.Ama bu sene durumlar zor gözüküyor.Olimpia Wish'deki MFÖ konseri bilet fiyatı da dalgaları aşıyordu ama Harbiye Açıkhava darbeyi tam indirdi.

18 Mayıs 2006

EbruG'un hemşireleri...kolye güncellemesiyle



Dün akşam 21 yıllık iki arkadaşımla buluştum.Bu ikisi birlikte dalmaya Kaş'a gideceklerinden önce express bir tatil alışverişi turu atıldı Nişantaşı'nda.Zamanında birlikte tatile gidip, otobüs yolculuğunda yanımıza denk gelen yolcuları bezdirdiğimiz de oldu ama bu sefer bensiz gidiyorlar.Alışveriş turundan sonra klasikten vazgeçmedik, All Sports'a gittik.Seviyoruz burayı.Çalışanları, müşterileri, müşterilerin çocukları, bebekleri, köpekleri filan...Sıcak bir ambians.
Mimar olan hemşirenin bitmeyen usta takip terbiye telefonları.Parkeci,tesisatçı, boyacı, döşemeci, klimacı...Mühendis olanın Birleşmiş Milletler ayarında bir çeşitlilik gösteren işsel ziyaretçileri.Benim arada ütü, anane, hasta, pasta hikayelerim...Dışardan dinleyen 3 deli bir araya gelmiş boş boş konuşuyor, vara yoka gülüyor der.
Allahım ne çok konuştuk!
Eskiler, yeniler, adaylar, potansiyel ihtiva edenler, komik bir anı olmaktan öteye geçemeyenler, platonikler, hesaplar, kitaplar,hmmm'lar, cık cık'lar, file çorap, beyaz gömlek,outlet, pembe ayakkabı, şişman gözlüklü kız, fotokopiciden beri takip eden gizemli kel adam, dip boya, kaş, Kaş, tortellini güzelmiş,kim ne dedi, ne demek istedi, der gibi baktı, filtre kahve sütlü, Audi A3, daha gidip bavul yapacam, çok yedik bak göbeğim çıktı, dövecem ben bunu göbek diye gösterdiği şeye bak...
Daha önce de söyledim arkadaşlarım Allah'ın lütfu.Hele bu ikisi daha başka.Ben gak deyince guk anlamıyorlar.Zaten çokçası gak dememe de gerek kalmıyor.Hatta ben "yok valla , guk" desem de "hadi hadiiii gaktır o" diyecek kadar da ciğerimi biliyolar.Güzel anlattım ama di mi :)
Bir gidip gelsinler bakalım, alacağım ifadelerini -muhtemelen All Sports'da-.


28 Mayıs güncelleme : Evet, dün akşam aldım ifadelerini All Sports'un bahçesinde.Yemişler, içmişler, dalmışlar, çıkmışlar, plajda, otobüste uyumuşlar vs vs.Bana da güzel bir kolye getirmişler kıskanmıyayım onları diye.Hınzırlar, yılbaşında hediye ettikleri küpelerle takım olacak çoook güzel birşey almış.

16 Mayıs 2006

EbruG'un baz istasyonu


Birileri karşımızdaki binanın tepesine baz istasyonu kondurmaya girişmesin mi!Bahsettiğim mesafe yatağımın başucundan 5 bilemedin 6 metre sonrası.
İş başa gelince neler öğrendim neler.Sevgili Hatice Kalyoncu gözümü açtın, saol.
Nedir kardeşim baz istasyonu diyen var mı bilmiyorum ama baz istasyonları, GSM iletişimin kapsama alanını genişletmek için bina çatılarına kurulan, genellikle beyaz renkli ve kutu şeklinde, 4 metre boyunda, iki çubuk antenle bir çanak antenden oluşan ve mikrodalga yayan cihazlardır.
Eee ne güzel, kursunlar bazı çatıya, cep telefonları canavar gibi çeksin düşüncesindeysiniz, önce bir dinleyin:Az önce laf arasında geçen mikrodalga adı gibi sevimli birşey değil işte.
Mikrodalgaların kanser yapıcı etkisi var.Kendisi kanser oluşturabildiği gibi kanser yapıcı maddelerin hücreye girişini kolaylaştırıyor veya mevcut kanserli ortamın yaygınlaşmasını hızlandırıyor.Diğer zararları şunlar :"Mikrodalgaların göze zararları: Tavşanlar üzerinde yapılan araştırmalarda mikrodalgalar nedeniyle göz merceğinin bulanması (perde veya katarakt), göz saydam tabakasının (kornea) bulanması, renkli tabaka (iris) iltihabı, gözdibi (retina) harabiyeti meydana geldiği tespit edilmiştir.
Mikrodalgaların kulağa zararları: 20 mJ/cm3'ten daha düşük dozda darbeli mikrodalga enerjileri bile kulak çınlamasına ve işitme kaybına yol açmaktadır.
Mikrodalgaların cinsel yaşama etkileri: Deney hayvanları üzerinde yapılan çalışmalarda erbezlerindeki hücrelerin ölmesi sonucu kısırlık, mutant yavruların doğması, dölütün dölyatağında ölmesi, adet bozuklukları, östrojen artışı nedeniyle gebeliğin tehlikeye girmesi, düşüklerin artması tespit edilmiştir. Mikrodalgaya maruz kalan fizik tedavi teknisyenlerinde yukarıdaki rahatsızlıklar tespit edilmiştir.
Mikrodalgaların bağışıklık sistemine zararları: Mikrodalgaların vücuttaki T8 lenfositlerini ve doğal öldürücü (natural killer) lenfositlerini azalttığı, antikorları azalttığı ve dolayısıyla bağışıklık sisteminin çöktüğü artık tıbbi bir gerçekliktir.
Mikrodalgaların kana zararları: Mikrodalgalar kan hücrelerini (alyuvar, akyuvar, pıhtı oluşturucu pulcuklar) azaltır, kanın kimyasını bozar, beyin ve kan için çok önem taşıyan bir enzim olan asetilkolin esterazı azaltır. Bu enzimin azalması ölüme yola açar. "


Bu sinsi dalgaların gelip beynimizi öpmesini beklemeyeceğiz tabi.

Anayasamızda "Herkes sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek devletin ve vatandaşların ödevidir." hükmü yer almakta. Anayasanın bireylere vermiş olduğu bu hakkın kullanılması için devlet ve bireyler her türlü çabayı göstermek zorundadır diyor.
Medeni Yasa komşuluk hukuku bakımından kişilerin gayrimenkulu kullanmasına sınırlamalar getirmiş. Medeni Yasa'ya göre bir kimse mülkünü kullanırken hele sınai işler yaparken komşusuna zarar verecek her türlü taşkınlıklardan çekinmeğe mecbur. Medeni Yasanın bu maddesine göre, bireylerin komşuluk hakkına dayanarak komşularından bu istasyonu kaldırmasını istemeye hakkı var.

Baz istasyonu hakkında şikayetler Telekomunikasyon Kurumu Tüketici Şikayetleri Merkezine, posta, e-posta, faks veya 130 numaralı hattan telefonla yapılıyormuş. www.tk.gov.tr adresinden Tüketici Şikayetleri Formu doldurulabilir, 0212-4656276 no'lu faxa şikayet dilekçesi faxlanabilirmiş. Telekomünikasyon Kurumu İstanbul Bölge Müdürlüğü'nün telefon numarası ise 0212-4656262

Hiç bir dayanağım yok ama nedense baz istasyonu ve Telekomunikasyon Kurumu'nu ayrı saflarda düşünemiyorum.Adamlar için ne kadar baz o kadar komunikasyon değil midir sanki?
İçimden bir ses yazdığımız şikayet dilekçelerine cevaben "gerekli ölçümlerin gerçekleştirildiği ve sağlığı tehdit edici bir uygulama yapılmadığının tesbit edildiği vs vs " gibisinden bir yazı alacağımızı söylüyor.

Tüketiciler Birliği'nde görev alan bir arkadaşımın önerisi ise Cumhuriyet savcılığına suç duyurusunda bulunup karşı binadaki baz istasyonlarının insan sağlığını tehdit ettiğini söylemek.

Bu yazının neresi giriş neresi gelişme belli değil.Sonuç derseniz o daha hiç yok.Makul zamanda mutlu sonla güncellemeyi umuyorum.

14 Mayıs 2006

EbruG'dan Bitter'e


Çok sevdiğim bir arkadaşım bu ay sonunda tası tarağı toplayıp başka bir ülkeye gidiyor.Burdayken bile görüşmemiz yılan hikayesine döner, onun sürpriz toplantıları seyahatleri araya girer dururdu.Ama şimdi artik o hep çok uzakta olacak.Bugün galiba onu son görüşümdü.Ofisine yakın bir kafede yasak aşk yaşayan tipler gibi iki arada bir derede hasret giderdik.Yanımda olmayacağı doğum günüm için bana şimdiden hediyemi verdi.Bana onu hatırlatacak bir parfüm.Hesabı ödeyip çıktık, ayrılacağımız noktaya geldik.Sanki üç beş gün sonra görüşecekmişiz gibi "hadi bye şekerim" dedik, o sağa döndü, bir pazar öğleden sonrasını daha geçirmek üzere ofisine gitti.Ben sola döndüm, elimde tarçın kokan parfümümle eve geldim.
Sen gidiyorsun ya, benim de içimden birşeyler gidiyor diyemedim.Seni özleyecegim, seni görmek aynı şehirdeyken bile efsane gibiydi, bundan sonra ne olacak diye soramadım.Kendine çok iyi bak, yaban ellerde yemini suyunu ihmal etme diye tembihleyemedim.Senin yanında komik, şımarık ve yaramaz olabiliyordum şimdi beni kim gözlerini açarak ama yargılamadan dinleyecek diye duygu sömürüsü de yapamadım.
My dearest bitter, güzel yüzünü kimseler soldurmasın.Öpüyorum şekerim.Bisous.(Fransızca "buse" demek, you know :) )