21 Temmuz 2013

İçimdeki pisliğe...

İçimdeki çirkin, tuhaf ve fena halde kırılgan yabancı... Daha çok kalır mısın? Sıkıldım seni taşımaktan ve senin yüzünden doğru düzgün bir mutluluğa sığamamaktan. Kimsenin değer vermeyeceği fikirleri, anlamsız hevesleri, hiç hoş karşılanmayacak duyguları sen çıkarıyorsun hep en derinlerimden. Onları gizlemek için akla karayı seçiyorum sonra ben. Sen, içimdeki gariplik, senin yüzünden kafam bu kadar karışık. Ağaçtaki hangi inciri koparacağına karar veremeyen kızın hikayesindeki gibi olacak sonunda. İncirler kuruyacak, dallarından kopup toprağa düşmeye başlayacaklar. Benim içimde çiçekler açmıyor mu, müzik çalmıyor mu? Benim içimde taze ekmek ve kahve kokusu yok mu, bahar gelmiyor mu? Yoksa kendi cehennemime mi hapsetmişim kendimi? Bu pis bataklığı kurutayım diye içime bir pencere açmaya her kalkışımda " hangi yöne, ne zaman, hangi cesaretle" diye sorup vazgeçiriyorsun. "Hayat elimde tutukluk yapıyor" diyorum, "sen mi düzelteceksin" diyorsun. Senin çürümüş ve kokuşmuşluğuna inat, içime güller, erguvanlar, kiraz ağaçları dikmek mümkün mü? Bir iki gün ses etmez, sonra gamınla kederinle örter misin yine hepsinin üstünü? Böyle diyorum ama gitmeni istediğimden de emin değilim ve bu da senin marifetin biliyorum. Öğrenilmiş mutsuzluğun ezberlenmiş loş ve rutubetli koridorlarında gözüm kapalı yürüyorum. Yürüyorum ama biryere de vardığım yok. Varacak hedef, ağaçtaki incir demek. Elimi uzatmaya cüret bile etmiyorum. Sevmediğim ama çok iyi tanıdığım, alıştığım bir adamın kollarında uyuyor gibiyim. Sensizliği kafamda canlandıramıyorum. Mutlu olmak ve mutlu kalmaya çabalamak sanki üzerime uymayacağından emin olduğum bir elbiseyi denemek gibi. Mutluluk, benim gibi içinde bir bataklık değil, kendi cennetlerini taşıyan insanlara ait birşeymiş gibi. İçimdeki çirkin, tuhaf ve fena halde kırılgan yabancı... O kadar uzun zamandır oradasın ki... Seni güneşe çıkaramadım, yüzüne bir avuç serin su çarpamadım. Tam tersine günler geçtikçe ben sana daha çok benziyorum. Ben sana dönüşüyorum. İncirler, ağaçlar, bahçeler kuruyor. Ölü kuşlar takılıyor ayaklarıma. Senin çürümüş ve kokuşmuş kollarında yapış yapış bir uykuya teslimim. Uyuyorum ve zamanın geçmesini bekliyorum. Başka bir zamanı, benim sana söz geçirebileceğim, seni altedebileceğim, seni köpük köpük denizlerde yıkayıp paklayabileceğim zamanı bekliyorum. Bekliyorum...bekliyorum...bekliyorum...

14 Temmuz 2013

Dertli gönüllere giren işte benim Zeki Müren

Yere düşen metal tepsinin korkunç gürültüsüyle kendime geldim. Mutfakta lavabonun başındaydım ve saat onbire gelmek üzereydi. Ellerim bileklerime kadar soğumaya yüz tutmuş ve köpüğü azalmış kirli bulaşık suyunun içindeydi.Lavabonun sol tarafında yıkanmış bardaklar, tabaklar, kaseler, çatal ve kaşıklar, bir tencere ve bir tavadan oluşan köpüklü bir yığın duruyordu. Yavaş yavaş kafayı toparlamaya çalışıyor, kendimi zorlayıp da bu şuursuz halimde sonsuza dek kalmaktan korkuyordum. Tıpkı anahtarlarımı veya gözlüğümü kaybettiğimde yaptığım gibi zamanı geri sarıp bulaşık suyunun sıcak, tavanın yağlı olduğu ana ulaşmaya çalıştım. İftardan sonra bizimkiler anneanneye gitmişti. Dağınık sofrayla başbaşa kaldığımda saat dokuz buçuk civarında olmalıydı. Niyetim bir an evvel tüm bulaşığı makinaya tıkıştırmak ve uykum gelmeden birkaç sayfa kitap okumaktı. Son zamanlarda, günü kendim için de birşeyler yapmadan bitirmemeye gayret ediyordum. Bu bazen kitap okumak, bazen yüze maske yapmak olabiliyordu. Sonra tavaya gözüm ilişti. Hem bulaşık makinesine sığmayacak kadar büyük hem de elde yıkamayı gerektirecek kadar yağlıydı. Kendime elimden geldiğince iyi davranmaya niyetliydim. O tavayı yıkarken güzel birşeyler de dinleyebilirdim. İşte ne olduysa tam da bundan sonra olmuştu. Zeki Müren "elbet bir gün buluşacağız" diye başlarken benim bedenimle aklım birbirinden ayrıldı. Kendimi görebiliyordum. Önce bardakları yıkamaya başladım. Elim işteydi işte olmasına ama ben o mutfakta değildim. " Elbet bir gün buluşacağız" iyiniyetiyle geçen yıllarıma gittim. Kendime yine kızamadım. " Kapat gözlerini kimse görmesin yalnız benim için bak yeşil yeşil" dedi sonra Zeki Müren. Gözlerimi kapatarak sorunları yok saydığım sadece hoşuma giden tarafları görmek için yeşil yeşil baktığım günlerdeydim. Faydasız pişmanlık terle karışıp süzüldü sırtımdan. Mutfakta ise işi ilerletmiş, çorba kâselerini bitirip tabaklara geçmiştim. "Hani ey göz yaşım akmayacaktın" diye mırıldanırken tava için deterjan ve sıcak su takviyesini de ihmal etmiyordum. Kuyruğu dik tutup içime ağlamayı öğrendiğim zamanlarda dolaşıyordu aklım. Yere düşen metal tepsinin korkunç gürültüsüyle kendime geldim. Zamanda yolculuk yapıp dönmüştüm ve kullandığım tek araç Zeki Müren şarkılarıydı. Uçup kaçmaya amma da meyilliymiş akıl.Düşündüm de, bunun sadece benim başıma gelmediğine eminim.Mesela, otobüste yanınızda oturan o kadın var ya,dikkat edin. On sene öncesinde, trende tanıştığı yabancıyla turladığı Paris sokaklarında olabilir.

04 Temmuz 2013

önemli olan boyuymuş

Çok sevdiğim bir pantolonum vardı.Tam yılını hatırlamıyorum ama 2003’ten önce alındığına eminim, çünkü eski işyerimden arkadaşlarımın doğum günü hediyesiydi.Bej rengi zemin üzerine kırmızı ve yeşil çiçek desenlerinin olduğu keten bir pantolondu.Kapri boydu, yani  pantolonun bitiş çizgisi ayak bileğimle  dizim  arasında ama bileğe daha yakın bi yerdeydi. Bana çok yakıştığını düşünür, kıyafetime özen göstermem gereken bir arkadaş buluşmasına, Boğaz’da Pazar kahvaltısına, İstanbul Modern’e giderken giyer  ve özgüvenle dolardım. Kendime yeni bir bluz veya  gömlek alırken, çiçekli kapri pantolonumla çok uyumlu olacağını düşünüp sevinirdim.

Sonra bir gün içime bir kurt düştü.Normalde pantolon aldığımızda, bedeni tam olsa da boyundan mutlaka aldırırız. Çünkü nedense bir insan 38 beden giyiyorsa boyunun da en az 1.70 olduğu varsayımından yola çıkarak dikilmiştir pantolonlar.Aynı mantıktan hareketle benim bu kaprinin zaten muğlak olan boyu senelerdir yanlış bir yerde miydi yoksa? Soğudum pantolondan.Yazın kurtarıcısı çiçekli keten kapri, iteklene iteklene dolabın en kenarına, kapağın açılmadığı bölüme kadar ilerledi. Çok şık olduğumu düşündüğüm günlerde İstanbul Modern’in kafeteryasında aslında besleme gibi dolaşmış olduğumu düşünmek beni kahretti.Bir müddet böyle devam ettim. Sonra üzülmenin faydası olmadığına ve geçmişe bir sünger çekmem gerektiğine karar verdim. Normal pantolonlarda yaklaşık 10-15 santim kısaltma yaptırdığıma göre olaya tamamen oran orantı açısıyla çözüm getirebilirdim. Ya da çevreyi gözlemleyip  karar verebilirdim.İkinci yolu seçtim ve yaptığım keşif beni daha derin depresyonlara soktu. Bir kere kapri pantolon modası diye bir şey yoktu. Ayak bileğiyle diz arasındaki muğlak boydaki keten pantolonları minimum 50 beden teyzelerin Besiktas’ta çay bahçesine giderken giydiklerini acı içinde tespit ettim.Üzerine giydikleri –çoğunlukla leopar- desenli t-shirtleri , kafalarındaki güneş gözlükleriyle kimbilir ne canlar yakmıştır bu hanımlar.Peh!  Üzerine tüy nasıl dikildi , onu da anlatayım.Pantolonumun boyunu ayarlayamamakla ilgili endişelerimi paylaştığım arkadaşım hayatta kapri giymediğini ve giymeyeceğini, çünkü insanı olduğundan bile kısa gösterdiğini beyan etti. “Zaten  1.50’yiz”  diyerek boyumuzla ilgili gereksiz şakalar yapmaktan da geri kalmadı.

Yenilgiyi kabullenmek kolaycılık olurdu.Oysa olay kapriyi aşmıştı. Ya o, kaprinin üzerine çok güzel uyacağı düşünülerek alınmış t-shirtler, merserize bluzlar, yine onlara eşlik eden küpeler, hatta çanta...Onlar ne olacaktı? Çok düşündüm ve öğrendiklerimi, tecrübelerimi, hayallerimi ve gerçekleri bir potada erittim. Kaprinin boyunu biraz kısaltmaya ve göğsümü gere gere annemle çay bahçesine giderken giymeye karar verdim. Zaman herşeyin ilacı değil midir? Kim bilir barışırız belki eski dostumla ve bu sefer Arkeoloji Müzesi’ne gideriz.Hem ordaki  yaşlı turistlerin çok daha engin bir moda anlayışına sahip  olacağına eminim.