16 Kasım 2011

Nehire karşı...

Nehir kıyısında Aron’la kahvaltı ettiğimiz parktayım .Yaslandığım ağacın sıcaklığı tutulan sırtıma iyi geldi.Ellerimin titremesi gecse gidip bir bira alacagim ama su an oturdugum yerden kalkamayacak kadar güçsüzüm.Bayılacak gibiyim.Zorla gözlerimi açıyorum. Çevreme bakıyorum, kimsenin benimle ilgilenmediginden , şüphe verici davranışlar sergilemediğimden emin oluyorum. Dikkatimi etrafıma vermem lazım, olanları unutmam lazım, yoksa deliririm diye düşünüyorum. Gezi botlari Seine nehrini telaşla turlamaya devam ediyor. Bizimkiler beni her ziyarete geldiginde katilmislardi bu tekne turlarina. Bense bir Boğaz çocuğu olarak hep reddettim. Bir tek Aron istediginde binmistim tekneye. Zaten Aron ne istese yaparim.Sevgili yakışıklı Aron... Solgun yüzü, yeşil gözleri, uzun saçlarıyla Marais’deki antika dükkanında kimbilir kimleri kazıklıyordu yine serseri. Onu kaybetmemek icin aileme yıllardır söylediğim yalanlar birbirine eklenmiş tıpkı önümde akmakta olan nehir gibi kıvrılıp bükülerek hayatımın bir parçası olmuştu. Oğullarının Fransa’daki akademik kariyeriyle gururlanan taşralı aileme sadece bir daha oraya dönmeyeceğim gerçeğini söylerken dürüst olabilmiştim. O gün de yine böyle Seine nehrine bir köprünün üzerinden bakıyorduk. İkisinin de gözleri dolmus ama “ doğduğun değil doyduğun yer önemli oğlum, sen daha iyi bilirsin” demişlerdi. Başımı kaldırdım, karşıda nehire bakan apartmanlardan birinde bir pencere açıldı. Kel kafalı bir adam sigara içiyordu. Malesef aklıma Tuncer geldi. Dün gece kel kafasıyla birlikte kendisinin kirli bornozuna sarıp siyah bir şurup gibi akmakta olan Seine nehrine bırakmıştım Tuncer’i.

Nasıl da kolayca göndermiştim o aşşağılık herifi bu dünyadan.Her zamanki gibi ölçüyü kaçırıp kör kütük sarhoş olmuştu. Bornozunun kuşağıyla boğup arabaya indirirken belimi zorlamanın dışında hiç bir sıkıntı olmamıştı.Tam tersine , müthiş bir hafifleme hissetmiştim. Tek pişmanlığım bunu bu kadar geç yapmış olmamdı. İki yıl boyunca şantajlarına boyun eğip , kabalıklarına sessiz kalmıştım. Tırnakları yenmiş kısa kalın parmaklarını, leş gibi sigara kokan nefesini, ona ait herşeyi iğrenerek hatırlıyordum şimdi. Ama Tuncer zaten hep böyle biri değil miydi. Erkek lisesinde yatılı okuduğumuz yıllarda birlikte ders çalışırken kokusundan midem kalkardı. Bahane uydurup sık sık cama çıkar, Ortaköy’ün serin havasını ciğerlerime doldururdum. Hatta Tuncer de “kızlara mı bakıyon lan yine ” derdi. Kızlara ilgimiz olmadığını henüz kendimize bile itiraf etmediğimiz yıllardı.

Sahibini dinlemeyen asabi bir bulldogun hırıltısı beni kendime getirdi. Seine nehrine bakan o küçük parkta o ağacın altında ne kadar zamandır oturduğumu kestiremedim. Hava mı kararmıştı, vakit mi geç olmuştu çıkaramadım.Güçlükle ayağa kalktığımda acıktığımı farkettim.Hemen ardından da bunak profesor Madam Durand için bugün okulda düzenlenecek olan veda yemeğini hatırladım. Durand’a bayıldığım söylenemezdi ama hakkını yememem lazım, kadıncağızın antika tutkusu sayesinde Aron’la tanışmıştım. Bugün dükkanına gelecek zengin ve görgüsüz Amerikalı’lara istediği satışı yapabilirse bu akşam beni L'Ambroisie’de yemeğe götürecekti sevgilim. Sözünde durur umarım diye düşündüm. Madam Durand’a büyük gösterişli bir buket yaptırdım. Çiçeği beklerken yandaki fırından aldığım kruasan ve meyve suyuyla açlığımı bastırdım. Elimde bir koca demet sarı lale ile arabama yürürken iki genç kızın arasından geçtim. Kıkırdadılar. Uzun pardesüm, Louis Vuitton laptop çantamla pek havalıydım. Dün gece Tuncer isimli bir ayıyı bu zarif ellerle bizzat boğduğumu düşünmeleri için hiç bir sebep yoktu.

Okula vardığımda gecikmediğimi görüp rahatladım. Madam Durand’ın kızı, bir doktora asla yakıştıramadığım rüküşlükteki zevksiz kıyafetleri içinde her zamanki şaşkın ifadesiyle yemekhaneye benim ardımdan girip masada yerini aldı. Çiçekleri madama verdikten sonra kalan son boş sandalyeye oturmak üzere Carla’nin yanina yerleştim. Carla nehirde bulunan bir erkek cesetinden bahsediyordu. Bana dönüp, “adam sünnetliymiş ve bileğinde Türkçe bir dövmesi varmış” dedi. Adamın derisini mi yüzseydim, yoksa doğrudan kolunu mu kesseydim? Geri zekalı Tuncer kafasının iyi olduğu bir gece gidip bileğine “ bir teselli ver” yazdırmıştı. Aklımdan bunlar geçerken Carla’ya bir an evvel makul bir tepki vermem gerektiğini anımsadım. “Hadi ya” dedim. “ Zavallıcık neden intihar etti acaba?” Sonra da hemen onun konuşmaktan en zevk aldığı konuya bağladım: Paris zor bir şehir. İçinde bir yerlerde sıkı sıkıya tutunacağın bir inancın olmazsa hergün karşına çıkan zorluklar, terslikler gittikçe gözünü korkutur, kendini büyük bir saatin dişlileri arasında hapsolmuş hisseder ve sonunda pes edersin. Carla dudaklarını ıslatıp sadece başıyla değil tüm gövdesiyle bana dönüp maneviyat konu başlığı altında uzun bir konuşma yapmaya hazırlanırken annesi masanın diğer ucundan seslendi, “Carla, gel bak seni kiminle tanıştırıcam”.

Tuncer’i öldürmüş olmakla ilgili en ufak bir vicdan azabı duymuyor olmaktan rahasızdım. Kendi kendime şaşıyordum. Evet, boğduğum adam son bir yıl içinde binlerce euromu almış, olmadık zamanlarda Aron’un dükkanına gidip onun da huzurunu kaçırmıştı ama ne olursa olsun bir insandı. Babama gay olduğumu söylemekle beni tehdit eden Tuncer, kendisi gay olduğu için babası tarafından “gözümün önünde durmasın da ne bok yerse yesin” denerek Paris’e sürülen bir zavallıydı. Carla’ya dediğim gibi samimiyetsiz kalabalıkların yarattığı acımasız çarklar arasında hayatta kalmak için hiç ilerlemeden habire koşan küçük bir fare gibiydi. Yaptığı en doğru hareket babasının verdiği parayla Les Gobelins’te iki küçük daire almak olmuştu. Metroya yakın olan dairenin kirası Tuncer normal bir insan olsa ona yeter ve de artardı. Gittiği bir dans kursunda tanıştığı barmen arkadaşının onu gizlice soktuğu özel bir şifreli partide Aron’la beni oldukça samimi bir pozisyonda görmüş ve bunu tehdit unsuru haline getirmeye anında karar vermişti.