21 Aralık 2010

Alıştırma

Yazı alıştırmaları için bir internet sitesine üyeyim. Ordan bana birkaç kelime gönderdiler ve bunları kullanarak bir hikaye yaz dediler.
Kelimeler : Olmuyordu - gözümü-ihtimal-boydan boya -bensiz- yapmak- eski- bırakmaması -sesi- istemedi - hikaye- paltosuna

İşte bu da uydurduğum hikaye:

Karşı apartmanın çatısına konan martılar doğan güneşi kafalarını yukarıya kaldırarak haykıra haykıra selamlıyorlardı.Uyandım ve yeterince uyuduğumu hissettim.Onu uyandırmak en azından kızdırmak icin usulca odasına girdim. Yatak hic bozulmamıstı. Demek bensiz çıkılan kızkıza akşam yemeği böyle uzun oluyormuş diye güldüm kendi kendime.Henüz birbirimize sevgili olmamıştık, ev arkadaşıydık ama salondaki kanepede televizyon karşısında koyun koyuna çok uyumuştuk.Kalkıp yatak odasından battaniye almaya üşenir, benim okuldan gelince bir kenara fırlattığım eski paltoma sarınırdık.Öğrencilerim amma dalga geçerdi o solgun yeşil kabanımla.Bir hikayesi olabileceğine ihtimal vermiyorlardı.Oysa onu bana o aldırmıştı birkaç yıl önce. O zaman o kadar canlı bir rengi vardı ki ben tereddüt etmiş, almak istememiştim.Ucuz ve kalitesizdi, ama onu kıramayıp almıştım.Tahmin ettigim gibi üzerine kuş pislediği gün paltoyu yıkamış ve şimdiki soluk rengine sahip olmuştum.Aslında itiraf etmeliyim ki bu haliyle benim karakterime daha uygundu.
Camın kenarındaki masanın üzerinde boydan boya saksılar diziliydi. “Bakımı en kolay bitki olduğu için” demişti O, “çeşit çeşit kaktüsler aldım”. Harika menekşeler de vardı çiçekçide ama klasik anne işi deyip istememişti..Güya kaktüslerle ilgileniyordum ama gözümü de yoldan alamıyordum.Beni pencerede onu beklerken bulmasını istemiyordum.Kendim de dahil herkese yalan söylüyordum. Yok Aylin benim tarzım değildi, yok ben onu neden kıskanacaktım.Oysa o yokken benim icin evde hic bir sey aynı olmuyordu.Aylin evdeyse çalan müzik de, içilen içki de Aylince olurdu ve bu çok hoşuma giderdi.
Çay suyunu ocağa koyarken anahtar kilidin içinde yavaşça döndü, ayakkabılarını dışarıda çıkarıp eline almıştı.Her zamanki kurnaz Aylin hareketleri.Elimde yanık kibrite ve çıplak ayaklarıma baktı."Taşa basma" dedi. "Sen de şuan taşa basıyorsun" dedim.Sesi iyi çıkıyordu, beş dakika önce uyanmış ve aniden sokağa fırlamış gibi değildi.Ayakkabılarını bıraktı. "Senin gibi birine ne yapmak lazım biliyorum çok iyi biliyorum aslında" dedi.Bana bütün gece nerdeydin diye bile sormuyorsun. Sana bunu sorma hakkını bana veriyor musun derken kendi kendime kızdım.Ne mıymıntı adamdım ben.Beraber izlediğimiz tüm o romantik Amerikan filmlerinden de hiç ders almamıştım.Önce kavga etmemiz, ardından birkaç haftayı birbirimizden ayrı ve sürünerek geçirmemiz gerekiyordu.Sonunda yağmurlu bir günde saçım sakalım uzamış bir vaziyette ayaklarına kapanıp eve dönmesi ve beni bir daha bırakmaması için gözyaşı dökmeliydim.
Bunların hiçbiri olmadı.Aylin üstünü değişip salona döndü, demlenmekte olan çaya iki karanfil attı. Çoğu sabah olduğu gibi Mazhar-Fuat-Özkan’ın CD’sini koydu. “Sarı Laleler” sardı küçük evimizi. Şarkıya eşlik ettik birbirimize bakmadan. “Sen olmasan buralara gelemezdim ben... Sevemezdim bu şehri anlamazdım dilinden ...”

28 Kasım 2010

Mısır günlükleri 2 - son

Mısır'daki diğer gün ve gecelerimiz oldukça keyifli geçti.Tekne turuna katıldık ve Mısır yönetimi tarafından koruma altına alınmış Ras Muhammed'e gittik.Burada tek bir mercan parçasını, tek bir deniz yıldızını, tek bir taşı dışarı çıkarmanız ve hatta yerinden oynatmanız bile kesinlikle yasak. Tekne turunda yaşadığımız en ilginç olaylardan biri verdiğimiz ilk yüzme molasında denizde unuttuğumuz adamın farkına ancak ikinci molada adam başka bir tekneyle getirilip bize teslim edince farketmeleri oldu.Bir de kafalarının ucunu sudan çıkararak teknemizin yanından geçen barakuda sürüsü vardı.Barakuda köpek balıklarına saldıran bir balıkmış, varın gerisini siz düşünün.

***

Mısır'da herşeyde olduğu gibi taksicilerle de pazarlık yapıyorsunuz. En az bizimkiler kadar deli araba kullanıyorlar.

***

Bir akşam otelde yemek yerken masamıza ellerinde gitarlarıyla iki kişi geldi. Türkiye'den olduğumuzu duyunca bize "Hatirla sevgili, o mesut geceyi" şarkısını çaldılar ve bozuk Türkçe'leriyle söylediler.Müzisyenler Yunanistan'dandi ve yaşlı olanı uzun yıllar Bodrum'da çalmış söylemişti.Dünya küçük müydü?

***

Naama Bay şehir merkezinde bir akşam dansözlerin ve bir zennenin şovunu izledik. Dansöz hafif balıketinde ve çok başarılıydı.Zenne nerdeyse dansöz kadar iyiydi.

***

İstanbul'a gece saat 12'ye yaklaşırken indik.Çok klasik olacak ama gerçekten de pırlanta bir gerdanlık gibiydi.

21 Kasım 2010

Mısır günlüğü 1

Tereddüt, merak ve heyecan duygularımla birlikte 13 Kasım cumartesi , sabahın 7'sinde evden bavulumla çıktım.Sabiha Gökçen Havaalanı'nda saat 10'da olabilmek için 7 buçukta Taksim'den kalkacak Havaş otobüsüne binmem gerekiyordu, ya da ben trafiği gözümde fazla büyütüyordum.
Otobüste yanımda oturan kızın cep telefonu çaldı, arayan Pronto Tur'du. Biz de Pronto ile gideceğimiz için kulak kabarttım.Budapeşte'ye gidiyorlardı ve binecekleri uçağın kalkış saatinin epey bir değiştiği bilgisini verdi telefondaki kişi.Belli ki tatillerinin ilk gününü Sabiha Gökçen'de geçireceklerdi.Saat 9'da havaalanına vardım.Diğerleri de yarım saat içinde geldiler.Bize söylendiği gibi saat 10'da Pronto Tur'un masasına gittik ve bizi Sharm El Sheikh'e götürecek uçak biletlerimizi aldık. Uçağımız 1'de kalkacaktı ve çok şükür herhangi bir rötar gözükmüyordu.Yiyip içerek zaman geçirdik, pasaport kuyruğu da epey uzundu.Sonrasında duty free alanında takıldık ve nihayet uçağa bindik. İstikamet Şeyhin Sakalı! ( sharm sakal demekmiş).

***

Problemsiz bir yolculuktan sonra Mısır toprağına ayak bastık.Vize kapıda alınıyor.Bunun için sıraya girip ufak bir form ve bir sticker alınıyor. Formu doldurup stickerla birlikte yine başka bir sıraya girip pasaportunuzla birlikte görevliye veriyorsunuz.Sıra bana ve birlikte tatile çıktığım arkadaşlarıma geldiğinde memur bizim işlemimizi yapmadı ve bizi başka bir kuyruğa yönlendirdi, sebep ise AB'li olmayışımızdı. Ama tabi bu amcanın sadece AB'lileri ülkesine aldığını belirten bir işaret yoktu. Biz nerden bilelimdi, ulan ne şanstı, yanlış kuyrukta beklemiştik. Havaalanında bizi karşılayan Pronto turcu çocuğa bunu söylediğimizde sonradan bizim için daha da anlam kazanacak lafı etti : Burası Mısır.

***

Havaalanından çıktık ve bizi bekleyen Pronto otobüslerine yöneldik.Ön camlarında otel isimlerinin yazılı olduğu kağıtlar vardı, ama bu isimlerin hiçbiri bize tanıdık gelmiyordu. Meğer bizi anlaştığımız otele değil başka bir otele götüreceklermiş. Gideceğimiz otel çok daha iyiymiş , diğeri tü kakaymış.Bu otel şahaneymiş. E baştan neden bize kötü dediğin oteli sattın, şimdi aynı paraya daha iyi dediğin biryere götürüyorsun? Hadi hayırlısı...

***

Bizi otelimize götürecek otobüs 4 buçuk gibi hareket etti.Gökyüzü pembeleşmişti.Hava erken kararıyordu.Rehber kızımız bulunduğumuz bölgeyle ilgili bilgiler veriyordu, ama dersini pek çalışmamıştı. Naama Bay'de Pizza Hut, Starbucks, Hard Rock Cafe olduğunu birkaç kez tekrarladı.Otele gitmeden önce Old Market denilen yerde yarım saatlik bir mola verdik.Hediyelik eşyalar alabileceğiniz ufak dükkanlar vardı ama kimse henüz alışveriş modunda değildi.
Nihayet 6 buçuğu biraz geçe otele girdik.

****

Otele girdik ama odalarımıza ne zaman ve ne şekilde girdik işte burası biraz tatsız. Yaşadığımız durumun sorumluluğunu kimse üzerine almıyordu, otel Pronto'yu, Pronto Mısır'daki bağlantısı olan diğer firmayı suçluyordu. İnşaatı devam etmekte olan şahane bir otele getirilmiştik. Kalacağımız odalar henüz otelin broşürlerindeki krokilerde bile yerini almamıştı.Ve sanırım Mısır'da içine eşyasını koyup inşaata ondan sonra devam ediliyordu.İnşaatın tüm kaba pisliği mobilyaların üzerindeydi. Boya ve tiner kokusu bize oldukça derin bir uyku vadediyordu.Bu otele Pronto tarafından getirilen yaklaşık 40 kişiydik ve karşımızda tecrübesiz ve en az bizim kadar şaşkın 20li yaşlarda iki rehber çocuktan başka muhatap yoktu.Mısır büyükelçisiyle bile irtibata geçildi, fakat Sharm'da o gece kalabileceğimiz tek yer o odalar gibi görünüyordu.

***

Gece 1'de odamıza girdik, normal şartlarda ertesi sabah erken bir saatte altı camdan bir tekneyle Kızıldeniz'de dolaşacaktık.Ama kimsenin o kadar erken kalkıp hazırlanıp yetişmesi mümkün değildi.Cam tekne turumuzu iptal ettik. Biz bir odada 3 kişi kalacaktık ve gecenin o saatinde ek yatak beklemek zorunda kaldık. Getirilen yatağın üzerinde dev bir leke vardı. Genelde ek yataklarda çocukları yatırdıklarını düşünürseniz, bu lekenin pek bir gizemi yoktu. Çişti bu. Ama biz yine de soralım dedik. Yatağın ortasındaki kocaman lekeyi göstererek birkaç kez "what is this" dedik adama. O da şaşırmıştı. Bir yatağa bir bize boş boş baktı. "This is a bed" dedi.
Renklerden yola çıkarak adama derdimizi anlattık ve yeni bir yatak istedik. Temiz bir yatak geldi.Biz de hemen yattık. Kokudan etkilenmemek için balkon kapısını açık bıraktık, her ne kadar perdeler kapalı da olsa bu aynı zamanda sivrisineklere davetiye çıkarmaktı.

***

Şortumuzu terliğimizi giyip havlumuzu alıp kahvaltı için yola çıktık. Otel o kadar büyük ki, biryerden biryere minik otobüslerle gidiliyor. İki yanı açık, oturma yerleri tahta banklardan oluşan "beach bus"lar. Tesis gerçekten çok güzeldi, peysajı, denize sıfır olması, havuzları, spa'sı herşeyi başarılıydı. Bizim şanssızlığımız o ilk geceydi. İlk gece kabusu :)
Bütün bir günü otelin plajında geçirdik ve bu sırada odalarımız temizlenip havalandırıldı.Yemek konusunda korktuğumuz gibi durumlar olmadı.Yöresel yemekler riskli göründü. Kendimizi deniz ürünlerine meyve ve yoğurda verdik.

***

İlk akşamımızda yemekten sonra taksiyle Naama Bay'e gittik.Çok hareketli ve çok gürültülü biryer. Trafiğe kapalı bir ana caddenin sağında solunda cafeler, restaurantlar ve dükkanlar düşünün. Hepsinin bangır bangır müzik çaldığını ve kapıdaki adamların sizi içeriye çağırdığını.Hem çok değişik hem çok tanıdık :)

****

12 Kasım 2010

Çukurcuma


Verdiğim tahlillerin sonuçlarını Alman Hastanesi’nin labirent koridorlarinda kapalı devre beklemektense çıkayım ılık sonbahar güneşinin tadını çıkarayım dedim. Kan vereceğim diye uzun süre aç kalmıştım. Bunun sebep olduğu asabiyetle Van Kahvaltı Salonu’na kelimenin her anlamıyla daldım.Bu blogu okuyan yüzlerce insan arasında kim bilir kaç hamile vardır, canları çekecek şimdi ama, ne yedim be kardeşim! Ne yedim!
Sonra dedim ki, çok yedim biraz kalori harcayayım.Ver elini Çukurcuma. Antikacılar, eskiciler, püskücüler. Yıllar önce annenizin hatta belki anneannenizin oynadığı oyuncaklar gördüm, çok eski ayakkabılar ve çantalara rastladım. Minik biblolar, eski şatafatlı şamdanlarla yanyanaydı. Gaz lambaları, fenerler , dürbünler, ilaç kutuları aklınız gelmeyecek şeyler vardı. Hatta bir dükkanda antika kapı vardı. Oymalı, kakmalı, şahane ahşap kapılar. Ortamın tozundan kısa süre içinde gözler sulanmaya ve burun akar gibi yapmaya başladı. Kahve molası için tam zamanı dedim. Ve kahve icecek tam yerini buldum.49 Cafe diye biryer. Hem eski kokuyor hem de modern. Ben sadece Türk kahvesi ictim ve sokaktan gelip geçenleri seyrettim camın yanında koltukta. Ama aslında pizzaları meşhurmuş buranın. Aklımızda bulunsun.

03 Kasım 2010

Mukayese



Kuzguncuk’ta ve Beylerbeyi’nde iki ayrı mekanda oturdum ve yan masamdakilerin konuşmalarına kulak misafiri oldum.Benzerlikleri de vardı , apayrı tarafları da.

Benzer taraflar : Her iki masa komşum da gençti, yemek yemekten zevk alıyordu. Her iki masada da biri daha çok anlatıyor, diğeri daha çok dinliyordu. Ve gerçekten dinliyor, karşısındakini daha da konuşturacak anahtar sorular soruyordu.Daha çok konuşanların hep bir projesi vardı.

Farklı noktalar ise özellikle projelerdeydi. Kuzguncuk’taki genç adam radyo programcısıydı ve Şahika Tekand’dan oyunculuk dersleri almıştı.Televizyona program yapmak arzusu ve girişimindeydi. Tanıdığı birçok radyocu, televizyoncu ve yapımcı vardı. Beylerbeyi’ndeki diğerine göre daha tombul olan genç adam ise bilgisayar işindeydi. Internet üzerinden bilgisayar, yazılım, oyun ve benim anlamadığım birtakım şeyler satmak düşüncesindeydi. Şu an yapmakta olduğu iş; firmalara “web-page” yapmak ve “IT” konusunda danışmanlık vermekti.

Kuzguncuk’taki sadece anlattı, bilişimci çocuk karşısındakine akıl da sordu. Kuzguncuk’ta gerçekten iki arkadaş buluştu ve hasret giderdi. Beylerbeyi’nde sanki rakı balık eşliğinde hafiften sektör yoklaması yapıldı.

Ben bugün yalnız değil de bir arkadaşımla olsaydım ne konuşurdum acaba diye düşünmekten kendimi alamadım. Ben yine dinleyen mi olurdum? Projesi olan, hayatın peşinden koşan, anlatan, heyecanlanan hep karşımdaki mi olurdu?

30 Ekim 2010

Beylerbeyi...Çengelköy...

Kuzguncuk yokuşlarından deniz seviyesine indim, Beylerbeyi iskelesindeyim.Balıkçıların şakalaşmalarını ve midye temizlemelerini izliyorum.Banklarda kadın erkek genç yaşlı cins cins insan var.Amcanın biri Cumhuriyet gazetesi okuyor, önümdeki bankta üç yaşlı kurt hiç konuşmadan gayet ciddi bir şekilde boğazı seyrediyor.Teyzenin biri elindeki simidi büyük bir şevkle geveliyor. Gençler tost-ayran, makara-kukara...
İskelede yemekleri çok da güzel olmayan ama manzarası on numara bir balık restoranındayım.Gözlerimi kapasam Boğaz'ın ninnisiyle hemen uyuyabilirim.

Yorgun bünyeye içilen bir adetçik bira ile güzelleşen kafa ve ayağımın altından kayan yeryüzü ile Çengelköy'e yürüdüm.Çınaraltı'nda ağaçların gölgesindeyim.Salaş- samimi - gün ortasında bile kalabalık.Tavla şıkırtısı olmazsa olmaz.

Kuzguncuk'da ve Beylerbeyi'nde iki ayrı mekanda farklı masa komşularım oldu, konuşmalarına kulak misafiri olduğum.Benzerlikleri de vardı, apayrı tarafları da.Unutmazsam bir dahaki sefere onları yazıcam.

25 Ekim 2010

Kuzguncuk







Bugün sizlere Kuzguncuk’tan sesleniyorum. Üsküdar’dan minibüse bindiğimde daha önce görmediğim bir yeri görecek olmanın heyecanını hissettim. Daha önce neden gelmemişim ben buraya? Burası insana İstanbul’da olduğunu unutturuyor demeyeceğim, çünkü köprü nerdeyse her fotograf karesine kıyıdan köşeden giriyor mutlaka. Kuzguncuk’u nasıl anlatmalı?Küçücük evlerinden, cam kenarlarındaki çiçeklerden, dar ve dolambaçlı sokaklarından, yokuşlarından, uzun uzun tırmanılan merdivenlerinden bahsedilebilir.Kuzguncuk bir adam olsa, gözlüklü ve sakalsız olurdu, kravat takmazdı, kıyafetleri gösterişsiz ama kaliteli olurdu.Üniversite mezunu, anne babası İstanbul doğumlu, büyükbabası İstanbul’un ilk erkek terzilerinden veya eczacılarından olurdu.
Kuzguncuk bana kendimi iyi hissetirdi.Hayat Kahvesi diye bir kafenin terasında güzel bir kahvaltı edip üzerine Türk kahvesi içtim. Sokaklarda dolanırken çektiğim fotoğraflara baktım, etrafımı uzun uzun seyrettim, dinledim.Bu semtin ve bu kafenin sakinliği, oturmuşluğu, huzuru benim içimdeki karmaşayla, itiş kakışla, memnuniyetsizlik ve mızmızlıkla oldukça büyük bir tezat oluşturuyor.
Terasta, oturdugum yerde soluma baktığımda küçük bir klise ve onun bahçesini görebiliyorum. Kilisenin önünden tipik bir Kuzguncuk sokağı sakince sahile doğru uzanıyor.Başımı sağa çevirdiğimdeyse yemyeşil bir tepe ve aşağıda bir fidanlık var.Sokaklardan ara sıra geçen tek tük arabalar nerdeyse özür dileyerek sessizliği bölüyorlar.
Yeterince dinlendim, karnımı doyurdum, keşfetmeye devam edebilirim...

21 Ekim 2010

Kırk (40)

Günlerdir kafamda hep aynı şey var: 3 sene sonra 40 yaşında olacağım. Kendimi biraz olsun tanıyorsam, hayata karşı şimdi olmayan cesaretim o zaman eksilerde dolaşacak.Kırk demek zırt demek olacak.Şimdiye kadar alamadığım kararları, yapamadığım değişiklikleri, kendimle ilgili cevabını bilemedigim soruları artık deşip kurcalayacak durumda olmayacağım. Kırk yaşıma geldigimde nasıl bir resmin icindeysem, ne yaşıyor ve yaşamıyorsam o halimi kabullenmem gerekecek.
İşte o yüzden, bu aralar hep bunu düşünüyorum. İki secenegim var : Kırkıma geldigimde icinde olmaktan – gercekten- mutlu olacagim bir resme donusturmek hayatimı ya da şuanki hayatıma ve şuanki Ebru’ya alışmak, onlarla barışmak, onları sahiplenmek ve kabullenmek...

10 Ekim 2010

Ye Dua et Sev

Ye Dua Et Sev diye bir film var, yeni girdi vizyona.Eat Pray Love. Aynı isimli kitaptan sinemaya uyarlanmış. Başkahramanımız Liz ( Julia Roberts) acılı bir boşanmanın ardından kendini bulma ümidiyle İtalya, Hindistan ve Bali'yi kapsayan uzun bir seyahate çıkar.
İşinden bir yıllığına izin alarak, karakterine hiç uymayan bir şekilde güvenli limanından çıkar, hayatını değiştirmek için her şeyi riske atar. Harikulade ve egzotik seyahatleri sırasında, İtalya’da yemek yemenin yalın zevkini, Hindistan’da duanın gücünü, ve son olarak, beklenmedik bir şekilde, Bali’de ise içsel huzur ile aşkın dengesini yaşar.Aşk eşittir Javier Bardem. Hastasıyız.
Ne kadar şanslıdır ki karşısına hep iyi insanlar çıkar. Kimse Liz’in bu kafası karışık halinden istifade etmeye çalışmaz. Ne kapkaça uğrar ne de kötü kalpli hemcinsleri tarafindan tuzaga dusurulur. Tanıştığı tüm kadınlar ve erkekler hep cok samimi ve arkadas canlisidir. Bir hafta tatil yapmak icin bir yil para biriktirdigimizi dusunecek olursak, aynı zamanda Liz’e bu aylar süren gezip tozmaların , bu degirmenin suyunu da sormak gerekir ama olsun.Belki ben “hadi Javier Bardem ne zaman gorunecek diye sabırsızlanırken kaçırmışımdır. Liz Bali’de bir aksam bir plaj partisine gider ve orda genc ve adeleli bir sarisin adamla tanistirilir, alkol alirler dansederler , adam Liz’i kuytu biyere goturur ve soyunur, hadi denize girelim der. Liz butun aksam icip icip oynastigi ve karsisinda cirilciplak duran adama bakar, “yok ben almiym, alana mani olmiym “ gibisinden biseyler soyler ve adamin suratina da epey bir güler. Adam “ hadi ya, gelseydin, takilsaydik, peki sen bilirsin, canin sagolsun” der. Kadina bagirmaz, asagilamaz, hakaret etmez, tartaklamaz.Zorla birlikte olmaya calismaz. Liz o kafaya ragmen o gece ordan tecavuze ugramadan ayrilmayi basarir.
Ayni sansli Liz’e , dunyanin obur ucunda , bombos bir yolda bir araba carpar ve icinden Javier Bardem çıkar. Hepsi tamam da bu Javier olayı gerçek olamayacak kadar güzel. Sendeki de ne şansıdır be Liz ablacım? Biz de kendimize göre bir rotada gezdik, ben hic oyle yolda yolakta bedava gezen Javier’e rast gelmedim, gelemedim.Kader utansın.
Filmi yine de izlemenizi isterim, hele gezmeyi ve yemeyi seviyorsaniz, filmin “Ye” kısmı çok iştah açıcı, kalori hesabını iyi yapın. He he . Dua et kısmı beni sarmadı. Uc kulhuvallahu bir elham okudum, gecti. Sabahtan beri Javier asagi Javier yukari , ama laf aramizda biraz yorgun gordum kendisini. Sen simdi boylesin Penelope kucagina cocugu verince ne olacaksin be yavrum?
Herneyse, bu film bana, beklentilerini çok yüksek tutmazsan hayattan daha çok zevk alınacağını öğretti. Siz de filmden sizi aydınlatmasını, doğru yolu göstermesini, ya da içinizdeki tüm sıkıntıları gidermesini, soruları cevaplamasını beklemeyin. Sadece gidin.

06 Eylül 2010

Islak çorapla sergi gezilir mi?

Uzun zamandan beri ilk defa zorunlu olmadığım, görevim olmayan birşey yaptım. Görevim olduğu için işe gidiyorum, görevim olduğu için saçımı boyatıyorum, düğün kıyafeti arıyorum, deniyorum, alıyorum.Görevim olduğu için doğum günü yaklaşanlara hediyelik aranıyorum, alıyorum, eve götürüyorum, beğenilmiyor değiştiriyorum. Üstelik sosyal görevlerimin karşılığında ödenek de yok, tam tersi harcama var.

Ama bugün İstanbul Modern’e geldim.Ve buraya gelmemi benden başka isteyen yoktu.Hatta gelmemem bazı kişiler için belki daha rahatlatıcı olacaktı.Yağmurlu biz Pazar sabahı saat 11’e doğru evden çıkıp otobüs durağına yürüyüp otobüsle Cevahir Alışveriş Merkezi’ne gittim, küçük ama önemli bir görevimi hallettim.Oyalanmadan çıktım ordan, zira İstanbul’da en sevmediğim yerler arasındadır Cevo.

Yine yağmur, yine otobüs, ver elini Ortaköy. Sahildeki çay bahçelerinden birinde çay içtim, camiinin yanındaki dev basket topunun resmini çektim.Sonra otobüsle Kabataş’a gittim.O yağmurda İstanbul Modern’e epey yürüdüm ve bu sırada ayakkabılarım hem bir miktar su aldı hem de tarif edilmez bir renge dönüştü.Yılmadım, vazgeçmedim.Derviş oldum, sabrettim.İstanbul Modern’e vardım.

Islak paçalarımla Hussein Chalayan’ın sergisine indim.Müzeye gelirken yaptığım nemli yürüyüş esnasında “ben kimlere hayran olurum?” diye düşünmüştüm. ( Yola her çıktığımda bu kadar derin değilimdir)
Cevap :Yaratıcı, akıllı, çalışkan, disiplinli, ne istediğini bilen insanlara.
Kimi kıskanırım peki? Sevdiği işi yapan ve bundan para kazananı.

O zaman, Bay Hüseyin Çağlayan’ın önünde saygı ve kıskançlıkla eğiliyorum efenim.Warm regards.Bence de Vöğg.

Bu duygularımı sizlere İstanbul Modern’in kafeteryasından bildiriyorum.Geçen hafta İstinye Park’ta yaptığım sosyal gözlemlerime devam edecek olursam, burada da kendimi yabancı hissediyorum zira çevremde Türkçe konuşan pek az.Enteresan tipler var burda.
Not the beatli turists but the entels and the dantels.
Güzel burası.Güzel.

NOT: Dice Kayek sergisini de gezdim tabi ki. Eserler değil ama sergi metinleri çok etkileyiciydi.Zaten Elif Şafak yazmış.Hastasıyım.

05 Eylül 2010

Leonardo İstinye'de

Leonardo’nun yeni filmi Inception’da hangisi gerçek hangisi rüya, neresi ilüzyon kimimiz yanılsama diye bocalıyorsun ya...İstinye Park da öyle bir yer.Alışveriş merkezinin içinde klimaların serinlettiği, lambaların aydınlattığı bir pazar yeri var.Etrafta dolaşan hatunlar o kadar hoş, o kadar bakımlı , alımlı ve şık ki...
Sanki aslında burası bir moda show, bir defile.Bu ortadaki manav ,bu kenarlardaki doğal sabunlar, kuru meyveler, buzların üzerine yatırılmış bu koca balıklar, bunların hepsi sırf pazar yeri konseptini desteklemek amacıyla uygun yerlere serpiştirilmiş dekorlar.
Etrafta tıkır tıkır dolaşan topuklu ayakkabılı, bronz tenli, kısacık şortlu, göğüs ve sırt dekolteli hatunlar, sağa sola koşturan, mutlaka marka kıyafetli sarı ve bukle buke saçlı çocuklar, kısa saçlı kısa pantolonlu, ensesi kalın, bileğinde kocaman saati olan adamlar da rollerinin hakkını vermeye çalışan figüranlar.
Yanlış anlaşılmasın, servet düşmanı değilim.Hatta bilen bilir, ayağımı pek yorganıma göre uzatamam , rahatım ve keyfim için gereksiz yükseklikte paralar harcamışımdır, harcayacağımdır.
Fakat diyeceğim o ki; Beşiktaş’dan 1,6 TL verip minibüsle İstinye Park’a gidebiliyorsun ve sonra kendini kapısında Ferrari’lerin sıralandığı bir yerde buluyorsun.İşte ondan sonrasında neyin gerçek neyin rüya olduğunu karıştırmamak çok zor.
Hayırdır inşallah

17 Ağustos 2010

18 Haziran Cuma - London

Duş al.Kahvaltı yap.Hava kapalı, Aslı'dan şemsiye al.Kensington'a git.Kensington High Street- Church Street - antikacılar - şapkacılar..Bakın dur. Gir- çık.Öğlen suşi ye.

H&M çocuk bölümünden Buluş-Berna-Fethiye'nin çocuklarına hediye al.Elinde poşetle amele amele dolan.Omzum koptu bu çantadan yaw.

Tanıdık bir yer: Cafe Nero.Gir, kapuçino iç.

Kensington'da SAF restaurant gördüm ben, Ne mutlu Türk'üm diyene!

Oxford Street'de deli dana gibi dolan.Primark'tan 3 takım pijama al.Tanesi 5 pound.

Yağmura yakalan, elindeki kağıt poşetler yamulsun.Olsun, sen yine de dolan. Çok güzel kıyafetler var ama çok pahalı :(

Akşam bir İtalyan lokantasında karşındaki sandalyede yamuk poşetlerinle yemek ye. Dünya kupasında England - Algeria maçını seyreden heyecanlı kalabalığı izle.

Otobüste bunları yaz.

17 Haziran Perşembe - Londra

Sinoş'un bakıcısı Sarah çatıdaki odada kalıyormuş meğer. Ben de mutfak-salon karışımı yerin ortasında koltukta yatıyorum.Hava sabah erkenden ağardı.Saat 4 buçukta ortalık apaydınlıktı.Yatakta döne döne 7 buçuğa kadar takıldım.Kalktım.Aşure yaptım:) Kahvaltı ettim.Sandviç, limonlu zencefilli çay ve smoothy.
Sinoş+ben+Sarah evden birlikte çıktık ve otobusle Hammersmith'e gittik.Ben ordan Richmond'a giden metroya bindim.Richmond'da şuursuz bir şekilde yürüdüm dolaştım.Dükkanlarda kıyafet denedim.Fotoğraf çektim.Ordan bir otobuse atlayıp Hams Parade denen bu yere geldim.Parklarda ayakkabısız yürüdüm.Ara sokaklara girdim.Şimdi bir pubdayım.Tavuk yedim ve John Smiths Extra Smooth birasından half pint içtim.Budra herkes birbirini tanıyor ve herkes 60 yaş üstü.Süper!Burdan çıkınca Kew Gardens'a gidicem.Bu arada söylemeyi unuttum; Richmon'da otobuse binmeden önce bir İtalyan cafede kahve içtim ve resim çektim.Garson kız kıllandı."Ne çekiyosun, beni mi çekiyosun" dedi. "Salak" dedim in Turkish. "sorry , you're not my type" dedim in English.
...Yanlışlıkla Kingston'a git.Richmond'a geri dön.Hammersmith'e gel."Thai Rice London" diye bir Tayland restaurantta yemek ye. Thai birası iç "Singha".
...Eve gel, Aslı'yla aşure ye :)

23 Temmuz 2010

Evet

Evet, Botero sergisini kaçırmamayı başardım.Oldukça yoğun ve yağmurlu bir cumartesi gününe sıkıştırdım.Sırf bu yüzden aynı günde 4 kez kıtalararası yolculuk yaptım.Ama kendime verdiğim sözü tutabildiğim için çok mutluyum. Sergi çok keyifliydi.

Görmek istediğim yeni birşey : İstanbul Modern'de Huseyin Çağlayan sergisi. 24 Ekim'e kadar gidilebilir.

13 Haziran 2010

Görmem lazım




Görmem lazım

Görmek istediğim 2 sergi var :
Fernando Botero SergisiMekan : Pera MüzesiSergi, 18 Temmuz’a kadar pazartesi hariç her gün salı-cumartesi 10.00-19.00, pazar 12.00-18.00 saatlerinde görülebilir

Body WorldsMekan: Karaköy Antrepo 3Dünyanın en çarpıcı sergilerinden biri herhalde. İnsanı büyüleyen, düşündüren, bazen iğrendiren insan anatomisi sergisi .Sergi 17 Aralık’a kadar ziyaret edilebilir



04 Haziran 2010

İzdiham

Bloguma anket koydum. Anket çalışıyor mu diye bir oy kendim verdim. Benimki dışında 1 oy daha veren olmuş. Allah akıl fikir versin. Ne olacak bu izdihamın sonu?

03 Haziran 2010

Hikaye

Adamın biri, bir şantiyeye girer ve orada çalışmakta olan üç işçiden ilkine sorar: “Ne yapıyorsun?” İşçi cevap verir: “Taş diziyorum”. Adam aynı soruyu ikinci işçiye sorar. O işçi de cevap verir: “Duvar örüyorum”. Adam, işini yaparken bir taraftan da bir şarkı mırıldanan üçüncü işçiye de aynı soruyu sorar. İşçi gülümser ve yanıt verir: “Bir tapınak inşa ediyorum”.

Bana da biri sorarsa ne yapiyorsun sen burda diye, "butun gun problemli musterilerle konusuyorum, orta yasli rofleli sacli kadinlardan korkar oldum" demeyecegim. "Insanlarin hayat kalitesini yukseltmelerine yardimci oluyorum " diyecegim.

Hacı Dede

Ben erkek olsam nasıl kadınlardan hoşlanırdım diye düşündüm. Güzel ve güler yüzlü, temiz, saçı başı düzgün, hafif makyajlı veya doğal bir bronzlukta olsun isterdim. Ve kılık kıyafete çok bakardım. Kendini komik duruma düşürecek kadar trendy olursa güler geçerdim. Kalın bacaklarına Bihter çizmesi giyenleri , koca popolarina aldirmadan taytla gezenleri elerdim.Diz boyu etek ve topuklu ayakkabi hoşuma giderdi.Saçlari dalga dalga omuzlarina dökülen bir hatun iyi olurdu.

Şu anda üzerinde ne var derseniz; krem rengi bol keten bir pantolon, krem rengi bol bir tshirt, spor ayakkabi, saçlar at kuyruk şeklinde sımsıkı toplu, sıfır makyaj ve sıfır bronzluk, sıfır aksesuar.Hacı dedeler gibiyim.

28 Mayıs 2010

Liselim...




30 Mayıs'ta bizim lisenin mezunlar günü varmış. Biz liseden mezun olalı 19 sene olmuş.

25 Nisan 2010

Döküldü...toplayamadım...

Kimsenin beğenmediği yaşlı bir fahişe gibi muhabbet dilendim arayabileceğim herkesten...Biri kocasının yanındaydı , biryerden geliyor veya biryere gidiyordu.Öteki öbür kıtadaydı ve şimdi gelmeye kalksa en az iki saati trafikte geçerdi, benim için değmezdi.Bir başkası sevdiği başka insanlarla daha önceden yapmış olduğu neşeli bir program akışı içindeydi. Vesaire vesaire.



********************************************



Hergünüm kendime acıyarak ve resmin dışına çıkıp kendimi üzülerek izleyerek geçiyor.Cıvıl cıvıl bir bahar günü, tüm kafeler bıcır bıcır konuşan , neşeli, capcanlı insanlarla dolu.Hepsi çok güzel, hepsi çok mutlu. Bense kalabalığın içinde yalnızım. Gül bahçesinde bir patates olmaktan artık yoruldum.Kendi kendine yeten, ayaklarının üstünde duran, kimseye eyvallahı olmayan bir patates.Müthiş kederli.O kalabalığın içinde ilerleyip kendime bir masa bulup oturup kahvemi içerken bir yandan dergilere bakıp bir yandan etrafı izleyebilirim. Evet, bu da keyifli. Ama ben bunu çok yaptım.O yüzden artık o kalabalığın içinde kuyruğumu dik tutacak halim kalmadı. Bu sebeple Nişantaşı Starbucks'ın -1. katındayım. Burası doğru dürüst temizlenmeyen leş gibi tuvaletlerin hemen karşısı.Kapıları açılıp kapandıkça buranın havası yenileniyor.Sözün kısası burası bildiğiniz bok kokuyor.Gözlüklü Filipinli bir kız laptopunda birşeyler yapıyor. O kadar. Başka kimse yok.



Buna benzer çok günlerim oldu ve buna benzer çok yazı yazdım.

Birinde Emirgan'daydım, güneş batıyordu manzara şahaneydi, Mehtap kafedeydim.

Diğerinde Bodrum Torba'daydım.Akşamdı.Kaldığım otel odasının çiçeklerle dolu avluya bakan küçük balkonundaydım.

Başka bir zaman Galata'daydım.Turistlerin bir aşağı bir yukarı heyecan ve mutlulukla gezindikleri işlek bir sokakta bir kafedeydim.

Daha eskiye ve daha uzağa gidecek olursak bir defasında da Londra'da Trafalgar Meydanı'na bakan bir kafede beş çayımı içiyordum.

Paris'te Saint Germain'de beyaz şarap içip önümden geçenleri izlerken de böyleydi.

Gül bahçesinde patates. Beni birisi buraya yanlışlıkla ekmiş. Fakat o kadar güzel ki çevremdeki herkes ve herşey. Ben sadece dönüp birine "ne güzel di mi" diyememenin eksikliğindeyim.



******************************************************



Hiçbirşeyi farklı yapmadan farklı bir sonuca ulaşmayı beklemek iyiniyet değil salaklıktır. Örneğin ince giyinip dışarı çıkıyor ve her defasında üşüyorsan.Kafayı çalıştır. Düşün. Karar ver. Uygula.Üzerine ceket almak gibi bir değişiklik yapmadığın müddetçe üşüyeceksin. Mantık bu.



*******************************************************



Benim tüm arkadaşlarım mı bu kadar ilgisiz? Yani ben gidip beni en özlemeyecek, değer vermeyecek, önem sıralamalarında alt sıralara iteleyecek arkadaşlar mı bulmuşum?Okuduğum kitaba göre, yaşadığım herşeyin sorumlusu kendimmişim ya.Arkadaşlarımın beni istediğim kadar sevmemeleri, değer vermemeleri, özlememeleri, haftasonu veya tatilleri biraraya gelmek için iple çekilen fırsatlar olarak görmek yerine çeşitli bahanelerle çil yavrusu gibi dağılmaları, herkesin hayatında benden daha değerlisinin olması, kimsenin birincisi olamamam...Bunun sorumlusu benim. Hı hı, evet. Yes.

16 Nisan 2010

Cahil ile sohbet

Merhaba,

Son zamanlarda okuduğum ve bana çok ilginç gelen bir yazıyı sizinle paylaşmak istiyorum. Siyah renkliler okuduğum yazıdan alıntıdır. Maviler bendendir.

Justin Kruger ve David Dunning adlı iki ABD'li psikiyatri uzmanı, 10 yıl kadar önce bir teori ortaya atmış:

"Cehalet, gerçek bilginin aksine, bireyin kendine olan güvenini artırır."
Bence benim blogum süper.Aslında bisürü kişi okuyo da, yorum yapmaya üşeniyolar.Veya söyleyecek söz bulamıyolar.
Ve bunun üzerine bir araştırma başlatılmış. Fizyolojik ve zihinsel alanda yapılan çeşitli uygulamaların sonucunda şu bulgulara ulaşılmış:

· Niteliksiz insanlar ne ölçüde niteliksiz olduklarını fark edemezler.

· Niteliksiz insanlar, niteliklerini abartma eğilimindedir.Süper yazıyorum, yakında iyi bir gazeteden teklif alabilirim
· Niteliksiz insanlar, gerçekten nitelikli insanların niteliklerini görüp anlamaktan da acizdirler.Benden bir Elif Şafak çıkmaz belki ama pekala Ayşe Arman olabilirim.

· Eğer nitelikleri, belli bir eğitimle artırılırsa, aynı niteliksiz insanlar, niteliksizliklerinin farkına varmaya başlarlar. Başka bloglara baktım da...Millet aşmış yaw.


Cahil ile sohbet etmek güçtür bilene, Çünkü cahil ne gelirse söyler diline :)

03 Nisan 2010

Annemin elleri

Keşke biz hep çocuk kalsak , annelerimiz de genç. Annemi uyurken seyrederken boğazıma birşey düğümlenir. Şimdi bu satırları yazmak bile gözlerimi dolduruyor.Yorgun bedenine, azalan saçlarına, sarkan yanaklarına hüzünle bakıyorum. Ama ya o elleri. Üzerlerinde kahverengi lekeler görünmeye başlayan o mübarek eller. O tılsımlı, o tapılası eller.

Şimdi annemin ellerini düşündüğümde ilk aklıma gelen görüntü ilkokul yıllarımda saçlarımı çekiştire çekiştire örmesi .Sonra pazarda annemin elini bırakıp kaybolduğumda ağlayışım.Küçükken evin en sevdiğim köşelerinden biri olan annemin tuvalet masasındaki renk renk ojeler.

Benim annemin elleri tılsımlıdır, tıpkı herkesin annesininki gibi. Annem o ellerle bayat ekmegi pizzaya çevirir. Annem o ellerle ortada hiçbirşey yokken mükellef sofra kurar. Aynı malzemeden yaparız ama annemin köftesi gibisi asla olmaz. Yıllardır yıkadığı bulaşık ve çamaşırdan kuruyan o eller ağrıyan başınızı azıcık okşasa kuş gibi hafiflersiniz.Üşüdüğünüzde annenizin eli sıcacıktır ısıtır.Ateşlenip yattığınızda ise serin serin dokunur avucunun içiyle.Çamaşırlarımı annem katlarsa ütülü gibi olur, göz yaşımı annem silerse beni ağlatan şey anında küçülür.

Annem bazen benim ellerimi avuçlarının içine alır ve benim küçük ellerime ,ince parmaklarıma bakar. Sen de bu ellerle çocuk büyüteceksin der. Ah anacım ah, senin onda birin kadar olabilsem, o ellere erişebilir miyim?

26 Mart 2010

Refleks nedir? Nedir refleks?

Refleks istem dışı bir harekettir ve düşünme sürecinden önce oluşur. Vücudumuzun dışarıdan gelen bir uyarıda ani ve hızlı bir hareketle tepki göstermesine refleks denir.
• doğuştan gelen refleks (iğne batan elin çekilmesi, göz kapağının kırpılması..)
• sonradan kazanılan refleks (Araba sürme, limon görüldüğünde ağzın sulanması..)
Eski sevgiliyle yıllar sonra karşılaşıldığında kuyruğu dik tutma refleksi de böyledir. Saniyenin onda biri kadar bir sürede dışarıdan gelen bu uyarıya düşünmeden ölçüp tartmadan refleks yaparız. ( ben refleks yaptım, veya ben refleks gördüm?)
Geçen gün Beyoğlu’ndaydım. Kandırık bir güneşin varlığına inanıp tiril giyinen gençler dışarıda üşüdükçe o kitapçı senin bu pasaj benim takılıyorlardı. Bense uyku tulumunu andıran kocaman paltomun içinde atkı ve beremin de eşliğinde mutlu mesut yürüyordum.
Atlas pasajına girdim. Cami hocasını andıran berem hala kafamdaydı.Merdivenleri indikten sonraki sağdaki ilk dükkanın önünden geçerken bir ses duydum daha doğrusu bir gülüş. Aynı anda kalbim sanki ağzıma geldi. Başımı çevirip bakamadım çünkü boynumu kımıldatamıyordum. Beynimin dört işlemden sorumlu bölümü iyi durumdaydı ,hemen bir çıkarma işlemi yaptı ve bu gülüşü en son 9 sene önde duymuş olabilecegimi söyledi.Yürümeye devam ettim ama zavallı beynimin gördüğümü algılama departmanı çok iyi durumda değildi. Bir süre sonra ( tahminen 3-5 saniye) bir vitrin camında kendimi gördüm ve çok şükür ben olduğumu anladım. Görüntümü tarif ediyorum: O tuhaf şapka yok edilmiş, saçlar paltonun dışına çıkarılmış, dudaklar ıslatılmıştı ve elimde cep telefonum vardı. Heran birini arayabilirim veya birileri tarafından aranabilirim mesajını çok net verebiliyordum.İşte refleks budur.Hatıra defterinin eski bir yaprağıyla karşılaştığında “iyi değil çok iyiyim ben” hissi uyandırma refleksi. Ohooo o ezik duygusal kız yok artık, bak ortamlarda fink atıyorum, gördüğün gibi telefonum da hep elimde . Meşgulüm yani, yoğun bir gündemle geçiyor günlerim.Böyle düşünsün istedim.Beni gördüğünde 9 yıldır ne büyük bir kayıp içinde olduğunu anlasın. Doğrusunu isterseniz kalbim boğazımda atıyordu ve çevremdeki herkes sanki içinde bulunduğum ruh halini biliyor gibiydi. O sesi duymamın üzerinden olsa olsa 40 saniye gecmisti. Aynı dukkanın önünden bu sefer içeriye bakarak gectim. Kendisine nasıl bir “aaa merhaba” diyecegime karar verememistim. Eski arkadaş gibi mi, eski yakın bir arkadaş gibi mi, zoraki selam verir gibi mi, samimi mi, soğuk mu, imalı mı, düşmanca mı, hesap sorar gibi mi... Dükkanda jöleli saçlı tezgahtar çocuktan başkası yoktu. Belki hiç olmamıştı. Belki de jöleli çocuk telefonda konuşurken “o ses”i çıkarmıştı.

17 Mart 2010

Çengelköy'deki küçük kız

Pazar günü farklı birsey yapmak istedim. Beşiktaş- Nişantaşı-Taksim hadi bazen Kanyon hattından bir çıkayım dedim.Daha doğrusu karşıma Beykoz’a giden ve arka koltuk cam kenarı boş olan bir dolmuş çıktı. Ben de “neden olmasın” dedim. Dolmuş şöförünün de marifetiyle Altunizade’den Beykoz’a kadar hoplaya zıplaya bir yolculuk yaptım. Beykoz’dan da bu sefer otobuse binip ayni guzergahi geri donerken Çengelköy’de indim.
Çengelköy Anadolu yakasının Ortaköy’ü diyebilir miyiz? Anadolu yakasını Bağdat Caddesi’nden ibaret sanan biri olarak sorduğumu göz ardı etmeyin lütfen. Çınaraltı denilen bir yere gittim Çengelköy’de. Elinde simit dolu torbalarla insanların oraya aktığını görünce katıldım ben de bu kervana.Vay anam vay! Bu ne kalabalık.Genci ,yaşlısı, evlisi, çocuklusu, ağlayanı, zırlayanı, topuklu ayakkabı makyajlısı, eşofmanlısı, tıkınanı, gazete okuyanı...herkes ama herkes orda.Bir çay daha söylemek gibi yüce bir amaç uğruna garsonun biriyle göz göze gelebilmek için çırpınıyorlar. O garsonlar da o kalabalığın içinde kimseyle göz göze gelmemeyi başararak bir oraya bir buraya fişek gibi dolanıyorlar.

Şimdi, tüm hengamenin ortasında 7-8 yaşlarında pembeli membeli böyle çilekli gofret gibi bir kız çocuğu düşünün. Bu kız, ayakta, ellerini havaya kaldırmış, kendince bir sey yapiyor. Dans gibi, tiyatro gibi. Mimikler, kendi kendine konusmalar, balerinler gibi tek ayağının üzerinde dönmeler vs. Ve kimse icin bu ilginc bir durum degil. Ne de olsa çocuk. İsterse yere yatsın, en fazla “ne rahat anneler var” der geçeriz heralde. İşte bu çocukların bu özgürlüğünü çok feci kıskanıyorum yaw. Büyükler öğrendikleri adabı muaşeret kuralları çerçevesinde oturup kalkarken bu küçüklere sınırsız saçmalama özgürlüğü. Oh ne ala.

Şu pembe kızın yaptığının yarısını yapsam , dansetmeyi filan bırak, iki kolumu havaya kaldırıp ayakta öyle dursam ve aynı anda da kendi kendime konussam neler olur acaba. Eger oraya bir arkadaşımla veya ailemle gitmişsem, onların yüzünün alacağı şekli düşünemiyorum. Garsonlardan ikisi gelip, “hanfendi napiyorsunuz, müşteriler rahatsız oluyor” der , hatta iteleyerek ordan uzaklaştırır.Patron da camın arkasından elinin tersiyle “gönder – gönder” der.Bayağı bir mevzu olur. O gün orda bulunanlar ertesi günü işe gittiklerinde anlatırlar. “yazık, üstü başı da temiz düzgündü der, kulaklarını çekiştirip tahtaya üç kere vururlar”

30 sene önce eteğimi kafama geçirip dolaşsam birşey olmazdı. Bu hareketi şimdi yapmak gibi dayanılmaz bir arzu içinde olduğum düşünülmesin lütfen.Fakat böyle olacağını o zamanlar bilseydim karşılaştığım hoşgörünün tadını daha çok çıkarırdım. Malesef artık çocuklar daha çabuk büyüyorlar, daha çabuk uyanıyorlar o güzelim saçmalama dünyasından. İçine büyük insan kaçmış gibi oluyorlar .

12 Mart 2010

Mucize

Bir mucize oldu ve buraya ait sifremi hatirladim. Yillardan sonra merhaba.

Sanki ben uzun bir sure biryerlerde kapaliymisim veya cok uzaktaymisim orda teknoloji yokmus veya kafama bisey dusmus "ben kimim burasi neresi" diyerek uyanmisim.

Gunde 8 saat telefonda oldugum icin belki iletisimin a.q. tepkisi yapmis olabilirim. Konusmama hakkimi kullanmak istiyorumdur belki. Cunku isim geregi konusmaktan hic hoslanmadigim insanlarla beni zerre kadar ilgilendirmeyen konular uzerinde nefes tuketmekten cene yormaktan harap ve bitap dustukten sonra susmak ve hic bir sey yapmadan bos bos bakinmak terapi gibi geliyor.

Halbuki konusmak guzeldir.Birsey soylersin karsindakinin gozu parlar, kahkahayi koyverir. Ya da oyle bisey dersin ki yuzunun rengi degisir, omuzlari duser. Bazilari bi konusursa cok kisinin cani yanar. Bir yerde bi masada bir evet dersin, biri ayagina basar, hayatin degisir. Coluk cocuga karisirsin. Konusmak guzeldir. Ama tabi tek basina yaparsan bir sure sonra eglenceli olmaktan cikar. Bazen dinleyicin var sanirsin ama tutar sana oyle bisey sorarki son 20 dakikadir karsinda patates cuvali gibi oturdugunu anlarsin.Bosuna dememisler soz gumusse sukut altindir diye.Konusmak iyidir ama adam gibi dinlemek de az sey degildir yani. Agzi olan konusur nihayetinde ama her kulagi olan dinler mi? Hayir ,cunku kulak duyar. Dinlemek icin kafa lazim:)

Konusmanin 3 hali vardir. Kati - sivi- gaz. Yapilamayan, ertelenen konusmalar icine oturur, kalbinin ustunde kocaman bir tasla gezersin. Bazi konusmalar dudaktan direk kalbe akar. Icini isitir, damarlarini atesler. Bi de laf olsun bosluk dolsun diye havaya cok dusunmeden savurdugumuz kelimeler olur.

Iyi bir konusmaci ne zaman susacagini da bilmelidir. En kisa zamanda yeniden gorusmek uzere simdilik allaha ismarladik.