17 Aralık 2013

Güneş topla benim için

Herkesin gri, siyah ve sıkıcı kıyafetler giyip suratsız bir şekilde evden işe, işten eve gittiği bir şehirde. Hava bulutlu, toplu taşıma araçları kalabalık, yollar çamurlu... Herkesten farklı bir kadın. Yolda gülümseyerek yürüyor, tanımadığı insanlara selam veriyor. Gazetesini aldığı büfeciye iyi günler diliyor, karşı kaldırımdaki pusetinin içindeki bebeğe el sallıyor. Kadın görüntü olarak da çok farklı. Sağlıklı, hafif bronz, ışıl ışıl bir ten, elma yanaklar.Dalgalı uzun saçlar. En önemlisi de renkli, çiçekli, böcekli , sarılı, turunculu bir kıyafet...
Kadın bir akşam yine hoplaya zıplaya evine döner , kapıyı açar, içeri girer. Biz de evinin içini ilk defa görürüz. Her yerde boya kutuları, fırçalar... Kadın evinin duvarlarına renk renk güneşler boyamaktadır. Evin buz gibi duvarlarına çizdiği güneşler içeriyi aydınlatıp ısıtmaktadır.
Yorulana kadar duvarlara renk renk, irili ufaklı güneşler çizer. Sonra, doğru dürüst eşyası olmayan salonundaki şezlonguna uzanır - güneş gözlüğü bile takmış olabilir - klasik güneşlenme pozisyonunda uykuya geçer...

20 Eylül 2013

Nilüfer- güzel yanaklı muhteşem sesli kadın

19 Eylül Perşembe akşamı Harbiye Açıkhava'da izlediğim Nilüfer konseri izlenimlerimdir : Nilufer’in muthis bir sesi var.Biz arkalarda olmamiza ragmen icimizi titretti resmen dislerimizi kamastirdi.Sesiyle sarkilariyla hep hayatimizin bir parcasi olsun insallah. Fakat kuzum, o danscilar neydi oyle yahu? Acun’a gitseler on elemenin on elemesini gecemezler. Tek dans eden bayan danscinin dansinin finalinde Nilufer’in dibinde ustuste duser gibi olmasini soylemiyorum, ona ragmen o kadin yine de cok iyidi bence.Ama digerleri sanki boyle Pis Yedili’den firlamis gibi bir haller... Sıfır uyum. Bir de Nilufer’in konusurken kafasinin baska biryerlerde oldugu hissi...Laflari toparlayamamasi. Bol bol alkislanmayi hak eden bir orkestra vardi, onlari adam gibi alkislatmamasi.Gitarist bile ozel alkisini tam manasiyla alamadi bence. O mail atan zevzek cocukla kiz arkadasini sahneye almasi, kuaforunu cagirdigi bolumler filan. Yani Nilufer’i seviyorum ama elimde olsa zaplardim o anlarda. Sahne hakimiyeti baska birseymis dun aksam Nilüfer bana bunu dusundurdu.

02 Eylül 2013

Erdek 4 (son olabilir) -Halka sesleniş

Havuç yağını sürüp sürüp güneşin altında yatmayı biliyorsun ama havuza senin istediğin gibi atlayamayan kendi çocuğunu daha beş dakika önce tanıştığın şezlong komşunun dombilisiyle milletin duyacağı şekilde kıyaslamaman gerektiğini bilmiyorsun. Bir kitapta şöyle bir şey okumuştum: Çocuğunuz iyi bir yetişkin olsun istiyorsanız, onu sevindirmeye bakın.Bu çocukcağız heralde bu yaz rüyasında önce şımarık dombiliyi ardından bronz annesini boğacaktır.
Çocuğa baksın diye anneni de tatile getirmeyi iyi düşünmüşsün ama hayatında ilk kez açık büfe gören kadıncağızın iştahlı şaşkınlığını da hor değil hoş göreceksin o zaman.Bilesin ki,annenin o halleri değil, senin zavallı kadını azarlamaların daha çok göze batıyor.

Erdek 3

Tespitlerle yaşıyorum Kaba kadın tespiti : Özgüven ve nezaket yoksunu insanlar çok sıkıcı oluyor.Selam vermeyi, karşılaşınca gülümsemeyi, asansörü bekletmeyi, açık büfede sıraya girmeyi bilmiyorlar.Kadının kabası erkekten beter. Kompleksli kadın tespiti: Kadınlar kolayını bulsa sağına soluna işeyerek kocalarının çevresindeki kırk metrekarelik alanı kendi bölgeleri olarak işaretleyecekler.

26 Ağustos 2013

Erdek 2

Erdek günlüklerine devam... Oteldeki bir aileden bahsetmek istiyorum. Üç kişiler.Yani tabi daha geniş bir ailedirler belki ama burdaki kadro bu şekilde.Ailemizi tanıyacak olursak;çocuk 25-30 yaşlarında.Orhan Pamuk'un gençlik resimlerini gördünüz mü hiç?Hah işte, onun şortlu,terlikli, ayaklarını sürüye sürüye gezen modeli.Anne baba altmışlarının başında.Baba kendi halinde.Tenis kortu büyüklüğünde ve bomboş kahvaltı salonunda gelip dibimdeki masaya yerleşti, o derece sıkıcı bir tür.Anne uzun yıllar çalışmış ve bu esnada kaşlarının arasına o derin çizgiyi yerleştirmiş gibi.Bir de bu aileyle ilgili genel hissiyatım şu yönde:Bu kişiler geçtiğimiz senelerde Kemer, Bodrum gibi bir yerlerde ultra herşey dahilli tatiller yapmışlar.Bu sene hasbelkader Erdek'teler.Bu sebeple Erdek Agrigento Otel'in verdiği açık büfe kahvaltıdaki üç çeşit peynire, iki çeşit zeytine coşkuyla yumulanlara bıyık altından "mmeeeh" diyorlar. Sabahları Orhan ve annesi açık büfenin başında belirince tekrarlanan dialoglar aşağı yukarı aynı. "Şundan da al, bundan da al, sana menemen getireyim mi, tereyağ yesene..." Anne başka bir yöne bakarken Orhan tabağına bir şey alacak olursa da, taa çay makinasının ordan sesleniyor.Güya şefkatli ve komik bir sesle "oğluuuum, ne yiyorsun?" Orhan bezgin mi mıymıntı mı bilinmez yanıtlıyor."Kahvaltı." Çocukta bir zeka geriliği, gelişim bozukluğu mu var ki acaba diye bile düşündüm.Ama baktım havlusunu alıp tek başına plaja gitmesine izin verdi ana kraliçe.Bu arada kraliçenin kocasıyla iletişimi minimum seviyede.Oğlunu kanatlarının altına almış, gerisini boşvermiş.Bu dışlanmışlık da adamı zerre mutsuz etmiyor.Biri yürüyüşteyken öteki kahvaltıda.Sanki çakışmamaya özen gösteriliyor. Var böyle aileler.Bostan korkuluğu babalar, oğluna aşık anneler.Hala kendilerini sahnenin ortasına konumlayan, azıcık geride durmayı akıl edemeyen veya kabul edemeyen orta yaşlılar.Başrolü kendi oğlu bile olsa bir başkaına kaptırmak, hayattaki forsunu kaybetmek, silahını ve rozetini teslim etmek anlamına mı geliyor? Yaşlanmak ve ölüme yaklaşma düşüncesi mi validelerin mantık penceresini kapatıyor?Ölüm korkusuyla mı anneler oğullarının boynuna asılıyor yoksa?

19 Ağustos 2013

Erdek

Dikkat:okuyacağınız yazı tamamen günlük tutma amaçlıdır. 19 Ağustos Pazartesi günü Erdek'de yazılmıştır. 09:13 Sabah 7'de yürüyüşe çıktım. Sahilde yürüdüm ve fotoğraf çektim. Otele dönüp kahvaltı yaptım. Odama çıkıp kendi kendime pehlivanlar gibi yağlandım. Sabah 9'da güneş, deniz, havuz mesaime başlıyorum. Akşam ve sabah açık büfelerinden aldığım yaş ve kuru meyvelerle öğleyi geçiştirip çok yeme pişmanlığımı bertaraf etmeye çalışacağım. Odadaki buz dolabına da bir büyük su attım. Küçük şişeye bölüp bölüp yanıma alıyorum. Cost accounting. 17:41 Denize sıfır salaş bir mekandayım. Yan masada teyzeler çay içiyor. Ben elimde kitabım biramı bekliyorum. Çantamdaki bademleri kemiriyorum bir yandan. 18:17 Bütün gün rüzgar, deniz ve güneşle boşalan kafa bir biraya teslim. 19:48 Kendimi bir filmin içinde gibi hissediyorum. Bu hayat gerçek olamaz diye. Garip bir nostalji yaşıyorum. Yirmi sene önce annemlerle buraya geldiğimiz zamanlardaki yaşlarımızda aileler görüyorum. İki çocuklu anne babalar. Anneler etli butlu ama akşamları kendi çapında süslü. Çocuklar kırmızı burunlu, her daim hareketli. Plaj şemsiyesi taşıyan babalar ise terlikli ve komik şapkalı.

04 Ağustos 2013

Yalnızlık Senfonisi

Dulum... Eşimi kaybedeli birkaç hafta oldu. Onun gittiği günden beri kimse yüzüme bakmıyor. Yavaş yavaş hayatın dışına itiliyorum. Dahası, sırf rahmetliye birazcık benziyor diye hiç tanımadığım bir başka çorapla beni yakıştırabiliyorlar. Hayatımın geri kalanında bot içine giyecekler beni, veya gece yatmadan evvel çatlak ayak topuklarını kremleyen Mediha hanım, çarşaflarını korumak maksadıyla benden faydalanacak. Anneannem tek kaldığında daha yepyeniymiş. Pembe beyaz atmaya kıyılmaz bir güzellikteymiş. O zamanın insanları da daha vefalıymış. İçini pamukla doldurup evin küçük kızına bebek yapmışlar rahmetliyi. Babamlar ise sobalı bir evdeymişler. Ev sahibinin küçük, kapaklı bir gaz yağı kutusu varmış. Eskimiş veya tek kalmış çorapları ikiye üçe böler, gaz yağına batırır, sabahları sobayı tutuşturmak için kullanırmış. Neyse ki onların sonu korktukları gibi cehennem ateşi olmamış. Aslında tam olarak ne olduğunu da bilen yok. Misafirliğe gelirken yolda ayakkabıları su alan eski komşularına vermişler bizimkileri. Bir daha da haber alınamamış. Tek bilinen, komşuların Beşiktaş'ta kaloriferli bir apartmanda kapıcı oldukları. Bana ne olacak bilmiyorum. Çekmecenin diplerine ilerlemeyi başarırsam, fazla göz önünde olmazsam hayatta kalabilirim. Tabi buna yaşamak denirse. Ama gelecekten umutluyum. Gün gelecek çoraplar da tek satılacak. Bir zamanlar bikiniler de sadece takım satılırdı, ama artık tek alt da alınabiliyor. Evlilikler kısa sürüyor, kafelerde yalnız oturanların sayısı artıyor. Bazı siyasetçiler beğenmese de 1+1 evler peynir ekmek gibi satıyor. Hayat hızla tekilleşiyor. Böyle devam ederse insanlar yakında iyice tuhaflaşır. Bunalıma girince kendini alışverişe veren insanoğlu, satın alması en kolay ve zevkli nesneye, çoraba yönelecektir. İsteyen tek isteyen çift alacaktır. Tek olma fikri bana bile birkaç hafta öncesinde olduğu kadar korkunç gelmiyor.Dul bir çorap olarak size son sözlerim şunlar olabilir: Sizi başka biriyle tanımlamalarına, sınırlamalarına izin vermeyin. Siz siz olun. Haa bir de, renklilerle beyazları karıştırmayın, yumuşatıcı kullanın. Sevgilerime.

21 Temmuz 2013

İçimdeki pisliğe...

İçimdeki çirkin, tuhaf ve fena halde kırılgan yabancı... Daha çok kalır mısın? Sıkıldım seni taşımaktan ve senin yüzünden doğru düzgün bir mutluluğa sığamamaktan. Kimsenin değer vermeyeceği fikirleri, anlamsız hevesleri, hiç hoş karşılanmayacak duyguları sen çıkarıyorsun hep en derinlerimden. Onları gizlemek için akla karayı seçiyorum sonra ben. Sen, içimdeki gariplik, senin yüzünden kafam bu kadar karışık. Ağaçtaki hangi inciri koparacağına karar veremeyen kızın hikayesindeki gibi olacak sonunda. İncirler kuruyacak, dallarından kopup toprağa düşmeye başlayacaklar. Benim içimde çiçekler açmıyor mu, müzik çalmıyor mu? Benim içimde taze ekmek ve kahve kokusu yok mu, bahar gelmiyor mu? Yoksa kendi cehennemime mi hapsetmişim kendimi? Bu pis bataklığı kurutayım diye içime bir pencere açmaya her kalkışımda " hangi yöne, ne zaman, hangi cesaretle" diye sorup vazgeçiriyorsun. "Hayat elimde tutukluk yapıyor" diyorum, "sen mi düzelteceksin" diyorsun. Senin çürümüş ve kokuşmuşluğuna inat, içime güller, erguvanlar, kiraz ağaçları dikmek mümkün mü? Bir iki gün ses etmez, sonra gamınla kederinle örter misin yine hepsinin üstünü? Böyle diyorum ama gitmeni istediğimden de emin değilim ve bu da senin marifetin biliyorum. Öğrenilmiş mutsuzluğun ezberlenmiş loş ve rutubetli koridorlarında gözüm kapalı yürüyorum. Yürüyorum ama biryere de vardığım yok. Varacak hedef, ağaçtaki incir demek. Elimi uzatmaya cüret bile etmiyorum. Sevmediğim ama çok iyi tanıdığım, alıştığım bir adamın kollarında uyuyor gibiyim. Sensizliği kafamda canlandıramıyorum. Mutlu olmak ve mutlu kalmaya çabalamak sanki üzerime uymayacağından emin olduğum bir elbiseyi denemek gibi. Mutluluk, benim gibi içinde bir bataklık değil, kendi cennetlerini taşıyan insanlara ait birşeymiş gibi. İçimdeki çirkin, tuhaf ve fena halde kırılgan yabancı... O kadar uzun zamandır oradasın ki... Seni güneşe çıkaramadım, yüzüne bir avuç serin su çarpamadım. Tam tersine günler geçtikçe ben sana daha çok benziyorum. Ben sana dönüşüyorum. İncirler, ağaçlar, bahçeler kuruyor. Ölü kuşlar takılıyor ayaklarıma. Senin çürümüş ve kokuşmuş kollarında yapış yapış bir uykuya teslimim. Uyuyorum ve zamanın geçmesini bekliyorum. Başka bir zamanı, benim sana söz geçirebileceğim, seni altedebileceğim, seni köpük köpük denizlerde yıkayıp paklayabileceğim zamanı bekliyorum. Bekliyorum...bekliyorum...bekliyorum...

14 Temmuz 2013

Dertli gönüllere giren işte benim Zeki Müren

Yere düşen metal tepsinin korkunç gürültüsüyle kendime geldim. Mutfakta lavabonun başındaydım ve saat onbire gelmek üzereydi. Ellerim bileklerime kadar soğumaya yüz tutmuş ve köpüğü azalmış kirli bulaşık suyunun içindeydi.Lavabonun sol tarafında yıkanmış bardaklar, tabaklar, kaseler, çatal ve kaşıklar, bir tencere ve bir tavadan oluşan köpüklü bir yığın duruyordu. Yavaş yavaş kafayı toparlamaya çalışıyor, kendimi zorlayıp da bu şuursuz halimde sonsuza dek kalmaktan korkuyordum. Tıpkı anahtarlarımı veya gözlüğümü kaybettiğimde yaptığım gibi zamanı geri sarıp bulaşık suyunun sıcak, tavanın yağlı olduğu ana ulaşmaya çalıştım. İftardan sonra bizimkiler anneanneye gitmişti. Dağınık sofrayla başbaşa kaldığımda saat dokuz buçuk civarında olmalıydı. Niyetim bir an evvel tüm bulaşığı makinaya tıkıştırmak ve uykum gelmeden birkaç sayfa kitap okumaktı. Son zamanlarda, günü kendim için de birşeyler yapmadan bitirmemeye gayret ediyordum. Bu bazen kitap okumak, bazen yüze maske yapmak olabiliyordu. Sonra tavaya gözüm ilişti. Hem bulaşık makinesine sığmayacak kadar büyük hem de elde yıkamayı gerektirecek kadar yağlıydı. Kendime elimden geldiğince iyi davranmaya niyetliydim. O tavayı yıkarken güzel birşeyler de dinleyebilirdim. İşte ne olduysa tam da bundan sonra olmuştu. Zeki Müren "elbet bir gün buluşacağız" diye başlarken benim bedenimle aklım birbirinden ayrıldı. Kendimi görebiliyordum. Önce bardakları yıkamaya başladım. Elim işteydi işte olmasına ama ben o mutfakta değildim. " Elbet bir gün buluşacağız" iyiniyetiyle geçen yıllarıma gittim. Kendime yine kızamadım. " Kapat gözlerini kimse görmesin yalnız benim için bak yeşil yeşil" dedi sonra Zeki Müren. Gözlerimi kapatarak sorunları yok saydığım sadece hoşuma giden tarafları görmek için yeşil yeşil baktığım günlerdeydim. Faydasız pişmanlık terle karışıp süzüldü sırtımdan. Mutfakta ise işi ilerletmiş, çorba kâselerini bitirip tabaklara geçmiştim. "Hani ey göz yaşım akmayacaktın" diye mırıldanırken tava için deterjan ve sıcak su takviyesini de ihmal etmiyordum. Kuyruğu dik tutup içime ağlamayı öğrendiğim zamanlarda dolaşıyordu aklım. Yere düşen metal tepsinin korkunç gürültüsüyle kendime geldim. Zamanda yolculuk yapıp dönmüştüm ve kullandığım tek araç Zeki Müren şarkılarıydı. Uçup kaçmaya amma da meyilliymiş akıl.Düşündüm de, bunun sadece benim başıma gelmediğine eminim.Mesela, otobüste yanınızda oturan o kadın var ya,dikkat edin. On sene öncesinde, trende tanıştığı yabancıyla turladığı Paris sokaklarında olabilir.

04 Temmuz 2013

önemli olan boyuymuş

Çok sevdiğim bir pantolonum vardı.Tam yılını hatırlamıyorum ama 2003’ten önce alındığına eminim, çünkü eski işyerimden arkadaşlarımın doğum günü hediyesiydi.Bej rengi zemin üzerine kırmızı ve yeşil çiçek desenlerinin olduğu keten bir pantolondu.Kapri boydu, yani  pantolonun bitiş çizgisi ayak bileğimle  dizim  arasında ama bileğe daha yakın bi yerdeydi. Bana çok yakıştığını düşünür, kıyafetime özen göstermem gereken bir arkadaş buluşmasına, Boğaz’da Pazar kahvaltısına, İstanbul Modern’e giderken giyer  ve özgüvenle dolardım. Kendime yeni bir bluz veya  gömlek alırken, çiçekli kapri pantolonumla çok uyumlu olacağını düşünüp sevinirdim.

Sonra bir gün içime bir kurt düştü.Normalde pantolon aldığımızda, bedeni tam olsa da boyundan mutlaka aldırırız. Çünkü nedense bir insan 38 beden giyiyorsa boyunun da en az 1.70 olduğu varsayımından yola çıkarak dikilmiştir pantolonlar.Aynı mantıktan hareketle benim bu kaprinin zaten muğlak olan boyu senelerdir yanlış bir yerde miydi yoksa? Soğudum pantolondan.Yazın kurtarıcısı çiçekli keten kapri, iteklene iteklene dolabın en kenarına, kapağın açılmadığı bölüme kadar ilerledi. Çok şık olduğumu düşündüğüm günlerde İstanbul Modern’in kafeteryasında aslında besleme gibi dolaşmış olduğumu düşünmek beni kahretti.Bir müddet böyle devam ettim. Sonra üzülmenin faydası olmadığına ve geçmişe bir sünger çekmem gerektiğine karar verdim. Normal pantolonlarda yaklaşık 10-15 santim kısaltma yaptırdığıma göre olaya tamamen oran orantı açısıyla çözüm getirebilirdim. Ya da çevreyi gözlemleyip  karar verebilirdim.İkinci yolu seçtim ve yaptığım keşif beni daha derin depresyonlara soktu. Bir kere kapri pantolon modası diye bir şey yoktu. Ayak bileğiyle diz arasındaki muğlak boydaki keten pantolonları minimum 50 beden teyzelerin Besiktas’ta çay bahçesine giderken giydiklerini acı içinde tespit ettim.Üzerine giydikleri –çoğunlukla leopar- desenli t-shirtleri , kafalarındaki güneş gözlükleriyle kimbilir ne canlar yakmıştır bu hanımlar.Peh!  Üzerine tüy nasıl dikildi , onu da anlatayım.Pantolonumun boyunu ayarlayamamakla ilgili endişelerimi paylaştığım arkadaşım hayatta kapri giymediğini ve giymeyeceğini, çünkü insanı olduğundan bile kısa gösterdiğini beyan etti. “Zaten  1.50’yiz”  diyerek boyumuzla ilgili gereksiz şakalar yapmaktan da geri kalmadı.

Yenilgiyi kabullenmek kolaycılık olurdu.Oysa olay kapriyi aşmıştı. Ya o, kaprinin üzerine çok güzel uyacağı düşünülerek alınmış t-shirtler, merserize bluzlar, yine onlara eşlik eden küpeler, hatta çanta...Onlar ne olacaktı? Çok düşündüm ve öğrendiklerimi, tecrübelerimi, hayallerimi ve gerçekleri bir potada erittim. Kaprinin boyunu biraz kısaltmaya ve göğsümü gere gere annemle çay bahçesine giderken giymeye karar verdim. Zaman herşeyin ilacı değil midir? Kim bilir barışırız belki eski dostumla ve bu sefer Arkeoloji Müzesi’ne gideriz.Hem ordaki  yaşlı turistlerin çok daha engin bir moda anlayışına sahip  olacağına eminim.

20 Haziran 2013

Hayat...


Hayat, dar kot gibidir. Dışardan bakana güzel ama içindeki için sıkıntılarla dolu...

Hayat, yorgan gibidir.Bazen içinde kaybolmak istersin, ama bazen de çok üstüne gelir seni boğar...

Hayat, kirli don gibidir.Varlığıyla rahatsız eder , ama yokluğunu  göze alamazsın...

Hayat, bilmediğin semtte taksiye binmek gibidir.Aynı yerlerde dolaştığını farkedip buna rağmen hala istediğin yere ulaşmayı umut edersin.

02 Haziran 2013

Gaz

Adım Margarita.28 yaşındayım.Eşim ve ben Barcelona'dan 4 günlük bir tatil için İstanbul'a geldik. İstanbul'u ilk kez göreceğimiz için çok mutluyduk.Gezilecek yerleri internetten araştırdık, kalacağımız oteli de booking.com'dan  bulduk. Şehir merkezinde olursa her yere daha kolay gideriz diye düşündük ve Taksim'e yakın olduğu için Elmadağ'da bir otele rezervasyon yaptık.Cuma akşamı havaalanından bindiğimiz taksinin şoförüne otelin adının ve adresinin  yazılı olduğu kağıdı gösterdik. Güzel bir İstanbul akşamı için heyecanlanmaya başlamıştık bile. Şehir merkezine yaklaştıkça ortada bir tuhaflık olduğunu anladık. İnsanlar yüzlerinde maskelerle dolaşıyorlardı ve bunda haklıydılar ,ortamda gözleri çok çok yakan birşey vardı. Taksinin bizi aynı yerlerden geçirdiğini farkettik ama bunu bizi dolandırmak icin değil, otele ulaşacak bir yol bulmak için yaptığını anladık, çünkü her yer kapalıydı. Sonunda şoför bizi sonradan İnönü Stadı olduğunu öğreneceğimiz bir yerde indirdi.Gözlerimiz yanıyor ve  öksürüyorduk. Tepemizde dolaşan helikopterlerin güçlü ışıkları, yukarıda bir yerde hep bir ağızdan bağıran insanlar  ikimizi de çok tedirgin etmişti.Orda öylece kalmıştık ve yoldan çok az araç geçiyor, taksiler durmuyordu. Yanımızdan ağlayarak geçenler oldu.Konuşmaları anlamıyordum ama "gaz"ı çözmek zor olmadı.Eşim ve ben de kaşkollarımızla ağzımızı burnumuzu kapattık. Yanımızdan geçen birilerini durdurup İngilizce bilip bilmediklerini sorduk.Biliyorladı.Olanları onlara anlattık.Otelin adresini gösterdiğimizde suratlarının aldığı şekil hiç hoşumuza gitmedi. Otelin olduğu bölgenin hiç güvenli olmadığını, tüm çatışmanın ortasında yer aldığını söylediler.Kendi aralarında konuştular.Sanırım bizim için alternatif yollar düşündüler. Bir yandan da telefonlarından internete girip son durumu kontrol ediyorlardı.Tam da o sırada bizim otelin önünde çok sayıda yaralının olduğu haberi geldi. İstanbul'a  geldiğime çoktan pişman olmuştum.Korkuyordum ve beni buraya getiren eşimle yabancıların yanında kavga etmemek için kendimi zor tutuyordum.Bize yardım etmeye çalışan kişiler oteli aradılar ve onlarla konuşup durumun gerçekten de yazıldığı gibi olduğunu öğrendiler.Hep beraber taksi beklemeye başladık.Bu epey sürdü.Sonunda biri durdu.Taksi şoförüne adresi tarif ettiler ve otelin telefon numarasını kaydettirdiler.Bu taksi bizi acaba nereye kadar götürebilecekti?Bu geceyi  sağ salim geçirebilecek miydim?

Yukaridaki, cuma akşamı yaşanan bir olay.Şoförü yalvar yakar ikna ettik, "yazık, kalmışlar orta yerde, başlarına bir şey gelecek, rezil olacaz bütün dünyaya"  dedik. İspanyollar defalarca teşekkür ettiler ve gittiler. Ama nereye kadar gidebildiler, iyiler mi, bunu nasıl atlatacaklar hiç bilemiyorum.Ertesi günü oteli tekrar aradım ama ne isimlerini ne de o akşam konuştuğum görevlinin adını biliyorum.O şartlar altında pek detaylı düşünemiyor insan.
Umarım herşey yolundadır.

16 Mayıs 2013

Abidik gubidik

Akşam üzeri Nişantaşı’nda yemek yiyip bir iki vitrin bakmis, Hüsrev Gerede yokuşundan aşağı yer çekimi kanununa uyarak kendimi bırakmışken bir apartman girişinde oturan genç bir çocuk seslendi.Afedersiniz, bakar mısınız.Bir iki adım ötesinde durdum ve omuzumun üstünden başımı çevirip “bişey mi satıyorsun” diye sordum.Kem küm etti, bir şey de satıyorum evet ama aslında konuşmak istemiştim dedi. Döndüm ve yaklaştım.Mimar Sinan Üniversitesi’nde tiyatro öğrencisi olduğunu ve yeni bir oyun sahneye koymak için paraya ihtiyacı olduklarını anlattı .Siz şimdi bu çocuk oyuncu madem, özgüveni çok yüksek dersiniz ama öyle değil.Örneğin şu an çok heyecanlanıyorum sizinle konuşurken diye itiraf etti.Tamam panik yapma, acele etme, anlat yavaş yavaş, dinliyorum ben diyerek rahatlattım.

Mesleğimi öğrenmek istedi ve herkes gibi önce öğretmen sonra da bankacı mısınız diye tahmin yürüttü.Gerçeği öğrenince de, hmm siz hep böyle ciddi işler mi yaptınız, hiç abidik gubidik işler yapmadınız mı diye sordu.Yaşımı öğrenince göstermediğimi söyleyerek kibarca iltifat etti.Gezdiği ülkeleri, Reyhanlı’daki patlamaları, Tanrı inancını ve şimdi aklıma gelmeyen konuları içeren yaklaşık kırk dakikalık bir sohbetin sonunda birbirimizin telefonunu aldık.Hayatımda ilk defa hiç tanımadığım birine telefon numaramı verdim.Umarım pişman olmam.

Sorusu aklımda kaldı o günden beri : siz hep böyle ciddi işler mi yaptınız, hiç abidik gubidik işler yapmadınız mı?

10 Mayıs 2013

Kadife

Geçen gün bir videoda kendimi izledim.Hemen aklınıza Paris Hilton’u getirmeyin diyeceğim ama sanırım zaten getirmemiştiniz ben söylemiş oldum. Efendim bu video, bir aile ortamında hani herkes sırayla duygu ve düşüncelerini paylaşır ya öyle bir çekim.Böyle zamanlarda bazı insanlar, sanki çekilen şey ana haber bülteninde gösterilecek de bütün dünyaya rezil olacakmış gibi kameralardan köşe bucak kaçar , bir türlü konuşamaz. Kimisi de meğer ne kadar show meraklısıymış meğer içinde bir Cem Yılmaz saklıymış, çıkaracak anı bekliyormuş gibi marifetlerini sergiler.Acı olansa nerdeyse tamama yakınının aslında komiklik açısından vasat ve hatta altında olduğu gerçeğidir.


Neyse, benim kendimi izlerken gözlemlediğim konu ise şu oldu : Kardeşim hakkında çok da komik olmayan duygusal sayılabilecek bir konuşma yapıyordum ve biraz da heralde ağlamaklı olmamak için suratıma çok sert bir ifade yerleştirmiştim.Kaşlarım çatık, ellerim belimde, hiç bir gülümseme ifadesi olmadan hödö hödö konuşmuşum.Birisi sessiz seyretse, “adamın asabını bozmayın, kameranızı da alın s..ttrin gidin burdan” demişim sanabilir.

Peki sizce neden böyle? Galiba ciddiye alınmak ve söylediğim şeyin önemi anlaşılsın diye böyle yapmam gerektiğini düşünmüşüm. Halbuki öyle değil. En sert düşüncelerini bile zarif bir şekilde sunabilmek hoş olur diyorum.Kadife eldivenin içinde demir bir yumruk gibi. Bak hala yumruk filan diyorum ya.Ben adam olmam.

07 Mayıs 2013

Almond is my name :)

Londra’da yaşayan arkadaşımın yüz yıl önce bana taktığı bir isim var:Almond


Ben de ona Bitter diyorum.

Benim kumrallığım onun esmerliği ve ikimizin çikolata düşkünlüğü ile çıktı ama zamanla üzerimize oturdu bu adlar.Ben Bitto’ya yazdığım mektupları hep Almond diye imzaladım, her gidişimde ona badem götürdüm.Bitterin o özel tadı bana dünyanın çeşitli yerlerinden gönderdiği her mektupta her kartta hep vardı.

İki gün önce aşağıdaki şiirden tesadüfen haberim oldu ve çok sevdim, çok üzerime alındım.

alıntı

ARKADAŞIM BADEM AĞACI
 
Sen ağaçların aptalı 
Ben insanların 
Seni kandırır havalar 
Beni sevdalar
Bir ılıman hava esmeye görsün
Düşünmeden gelecek karakış.. 
Açarsın çiçeklerini .. 
Bense hayra yorarım gördüğüm düşü... 
Bir güler yüz bir tatlı söz.. 
Açarım yüreğimi hemen 
Yemişe durmadan çarpar seni karayel 
Beni karasevda 
Hem de bilerek kandırıldığımızı 
Kaçıncı kez bağlanmışız bir olmaza 
Varsın desinler bize şaşkın 
Sonu gelmese de hiç bir aşkın 
Açalım yine de çiçeklerimizi 
Senden yanayım arkadaşım 
Havanı bulunca aç çiçeklerini 
Nasıl açıyorsam yüreğimi 
Belki bu kez kış olmaz 
Bakarsın sevdan düş olmaz 
Nasıl vermişsem kendimi son sevdama 
Vur kendini sen de bu güzel havaya 

 Aziz NESİN


22 Nisan 2013

Nefes

Çantanın içine mürekkebini ağır ağır akıtan hain bir dolmakalem gibi hüzün. Ben farkedene kadar zehri hücrelerime işlemiş. Şimdi ne yapsam kurtulamıyorum. Ne alışveriş, ne alkol ne de uyku rahatlatmıyor. Bir bardak suyu masadan alamayacak kadar güçsüz ve isteksizim hayatın karşısında.
Ey nefes, daha kaç kere dolacaksın bu hevessiz ciğerlere?

15 Nisan 2013

hayal kurma rehberi

temkinli mi olmalıyız hayal kurarken de? düşünce canımız çok yanmasın diye...

26 Mart 2013

Durum

cuma akşamı Taksim Kitchenette'te yemek yedim
yalnız

cumartesi günü tiyatroya gittim, Kabare'yi izledim
yalnız

cumartesi akşamı  bir pub'da bira içtim
yalnız

cumartesi akşamı eve dönmeden Bambi'de atıştırdım
yalnız

pazar sabahı Nişantaşı'nda yürüyüş yaptım ve All Sports'ta  kahve içtim
yalnız

geçen gün face'te kendimden "güzel ve soğuk" diye bahsettim
güzelliğime itiraz eden olmadı ama soğukluğum da tescillendi

bugünün sorusu:
yalnız olduğum için mi soğuğum?
soğuk olduğum için mi yalnızım?

26 Ocak 2013

26 Ocak Cumartesi

Yine aynı hatayı yaptım, cumartesi günü Nişantaşı'na çıkmayı hafife aldım. Evde kendi fönlediğim saçla, kotun üzerine giyilen kurukafa zımbalı süveterle trendy olunur sandım. Ama ben ortama varana kadar amatörce bir iyiniyetle şekillendirilmiş saçım kapşon ve yağmurun da etkisiyle doğal hacimsizliğine geri dönmüş, kırk yılda bir gözümün altına çektiğim siyah kalem ise kimselere görünmeden sıvışmıştı bile.Siyah spor ayakkabı kotun altında idare eder diye düşünmüştüm ama oturduğum zaman kot pantolonla ayakkabının arasından görünen hiç de cool olmayan çoraplarımın dili olsa , çıkarın bizi burdan diye bağırırlardı heralde.


City's  alışveriş merkezinin üst katında açılan Mahalle'yi merak ediyordum.Gittim, gördüm ve beğendim.Bana unutulmaz deneyimler yaşatan  yön duygum sayesinde galiba aynı yerlerin önünden veya arkasından birkaç kez geçtim. O yüzden Mahalle'yi olduğundan  daha büyük algılamış olabilirim.(Beyazıt'tan eve geleceğime ters istikamette kaybolan ben, yurtdışı tatillerinden eve her dönebilişimde annemi şaşırtmışımdır.)
Mahalle'nin İtalyan'ı Rigatoni'yi denemeye karar verdim. Temsili resim aşağıda.Rigatoni şu sağdaki  gibi bir şeydi :

Şaka yaptım :)
Rigatoni restaurantın adı ve malesef çalışanları böyle heyecan verici tipler değil. Ha olsalar da benim yukarıda anlattığım saç ,baş ve kıyafetle nasıl bir şansım olabilirdi o ayrı. Yediğim ravioli de çok standarttı zaten.

Yemekten sonra DNR'a indim.Aslında Alain De Button'un Hayat Okulu Kitapları serisinden "Kendimize Uygun İşi Nasıl Buluruz" diye bir kitap var, onu alacaktım .( Londra'da gerçekten bir Hayat Okulu var, gitmeyi çok isterdim.Bu arada emeklilik yaşımız gelecek, hala uygun iş nasıl buluruz derdindeyiz)
Evet, kitabı alacaktım ama sistemde bir sorun oldu, bir türlü kitabın barkodunu okutamadılar, ben de ben biraz dolaşayım sonra tekrar geleyim dedim. Dolaşıp sonra tekrar kasaya geldiğimde elimde bambaşka bir şey vardı : Susan Miller 2013 Burçlar Takvimi :)


Susan'ın dediklerine bakılırsa  2013 Yengeç'ler için harika bir yıl olacak!

İki ileri bir geri derken akşamı ettik. Bir Cumartesi daha ellerimizin arasından kaydı gitti. Açaydım kollarımı gitme diyeydim...