16 Kasım 2011

Nehire karşı...

Nehir kıyısında Aron’la kahvaltı ettiğimiz parktayım .Yaslandığım ağacın sıcaklığı tutulan sırtıma iyi geldi.Ellerimin titremesi gecse gidip bir bira alacagim ama su an oturdugum yerden kalkamayacak kadar güçsüzüm.Bayılacak gibiyim.Zorla gözlerimi açıyorum. Çevreme bakıyorum, kimsenin benimle ilgilenmediginden , şüphe verici davranışlar sergilemediğimden emin oluyorum. Dikkatimi etrafıma vermem lazım, olanları unutmam lazım, yoksa deliririm diye düşünüyorum. Gezi botlari Seine nehrini telaşla turlamaya devam ediyor. Bizimkiler beni her ziyarete geldiginde katilmislardi bu tekne turlarina. Bense bir Boğaz çocuğu olarak hep reddettim. Bir tek Aron istediginde binmistim tekneye. Zaten Aron ne istese yaparim.Sevgili yakışıklı Aron... Solgun yüzü, yeşil gözleri, uzun saçlarıyla Marais’deki antika dükkanında kimbilir kimleri kazıklıyordu yine serseri. Onu kaybetmemek icin aileme yıllardır söylediğim yalanlar birbirine eklenmiş tıpkı önümde akmakta olan nehir gibi kıvrılıp bükülerek hayatımın bir parçası olmuştu. Oğullarının Fransa’daki akademik kariyeriyle gururlanan taşralı aileme sadece bir daha oraya dönmeyeceğim gerçeğini söylerken dürüst olabilmiştim. O gün de yine böyle Seine nehrine bir köprünün üzerinden bakıyorduk. İkisinin de gözleri dolmus ama “ doğduğun değil doyduğun yer önemli oğlum, sen daha iyi bilirsin” demişlerdi. Başımı kaldırdım, karşıda nehire bakan apartmanlardan birinde bir pencere açıldı. Kel kafalı bir adam sigara içiyordu. Malesef aklıma Tuncer geldi. Dün gece kel kafasıyla birlikte kendisinin kirli bornozuna sarıp siyah bir şurup gibi akmakta olan Seine nehrine bırakmıştım Tuncer’i.

Nasıl da kolayca göndermiştim o aşşağılık herifi bu dünyadan.Her zamanki gibi ölçüyü kaçırıp kör kütük sarhoş olmuştu. Bornozunun kuşağıyla boğup arabaya indirirken belimi zorlamanın dışında hiç bir sıkıntı olmamıştı.Tam tersine , müthiş bir hafifleme hissetmiştim. Tek pişmanlığım bunu bu kadar geç yapmış olmamdı. İki yıl boyunca şantajlarına boyun eğip , kabalıklarına sessiz kalmıştım. Tırnakları yenmiş kısa kalın parmaklarını, leş gibi sigara kokan nefesini, ona ait herşeyi iğrenerek hatırlıyordum şimdi. Ama Tuncer zaten hep böyle biri değil miydi. Erkek lisesinde yatılı okuduğumuz yıllarda birlikte ders çalışırken kokusundan midem kalkardı. Bahane uydurup sık sık cama çıkar, Ortaköy’ün serin havasını ciğerlerime doldururdum. Hatta Tuncer de “kızlara mı bakıyon lan yine ” derdi. Kızlara ilgimiz olmadığını henüz kendimize bile itiraf etmediğimiz yıllardı.

Sahibini dinlemeyen asabi bir bulldogun hırıltısı beni kendime getirdi. Seine nehrine bakan o küçük parkta o ağacın altında ne kadar zamandır oturduğumu kestiremedim. Hava mı kararmıştı, vakit mi geç olmuştu çıkaramadım.Güçlükle ayağa kalktığımda acıktığımı farkettim.Hemen ardından da bunak profesor Madam Durand için bugün okulda düzenlenecek olan veda yemeğini hatırladım. Durand’a bayıldığım söylenemezdi ama hakkını yememem lazım, kadıncağızın antika tutkusu sayesinde Aron’la tanışmıştım. Bugün dükkanına gelecek zengin ve görgüsüz Amerikalı’lara istediği satışı yapabilirse bu akşam beni L'Ambroisie’de yemeğe götürecekti sevgilim. Sözünde durur umarım diye düşündüm. Madam Durand’a büyük gösterişli bir buket yaptırdım. Çiçeği beklerken yandaki fırından aldığım kruasan ve meyve suyuyla açlığımı bastırdım. Elimde bir koca demet sarı lale ile arabama yürürken iki genç kızın arasından geçtim. Kıkırdadılar. Uzun pardesüm, Louis Vuitton laptop çantamla pek havalıydım. Dün gece Tuncer isimli bir ayıyı bu zarif ellerle bizzat boğduğumu düşünmeleri için hiç bir sebep yoktu.

Okula vardığımda gecikmediğimi görüp rahatladım. Madam Durand’ın kızı, bir doktora asla yakıştıramadığım rüküşlükteki zevksiz kıyafetleri içinde her zamanki şaşkın ifadesiyle yemekhaneye benim ardımdan girip masada yerini aldı. Çiçekleri madama verdikten sonra kalan son boş sandalyeye oturmak üzere Carla’nin yanina yerleştim. Carla nehirde bulunan bir erkek cesetinden bahsediyordu. Bana dönüp, “adam sünnetliymiş ve bileğinde Türkçe bir dövmesi varmış” dedi. Adamın derisini mi yüzseydim, yoksa doğrudan kolunu mu kesseydim? Geri zekalı Tuncer kafasının iyi olduğu bir gece gidip bileğine “ bir teselli ver” yazdırmıştı. Aklımdan bunlar geçerken Carla’ya bir an evvel makul bir tepki vermem gerektiğini anımsadım. “Hadi ya” dedim. “ Zavallıcık neden intihar etti acaba?” Sonra da hemen onun konuşmaktan en zevk aldığı konuya bağladım: Paris zor bir şehir. İçinde bir yerlerde sıkı sıkıya tutunacağın bir inancın olmazsa hergün karşına çıkan zorluklar, terslikler gittikçe gözünü korkutur, kendini büyük bir saatin dişlileri arasında hapsolmuş hisseder ve sonunda pes edersin. Carla dudaklarını ıslatıp sadece başıyla değil tüm gövdesiyle bana dönüp maneviyat konu başlığı altında uzun bir konuşma yapmaya hazırlanırken annesi masanın diğer ucundan seslendi, “Carla, gel bak seni kiminle tanıştırıcam”.

Tuncer’i öldürmüş olmakla ilgili en ufak bir vicdan azabı duymuyor olmaktan rahasızdım. Kendi kendime şaşıyordum. Evet, boğduğum adam son bir yıl içinde binlerce euromu almış, olmadık zamanlarda Aron’un dükkanına gidip onun da huzurunu kaçırmıştı ama ne olursa olsun bir insandı. Babama gay olduğumu söylemekle beni tehdit eden Tuncer, kendisi gay olduğu için babası tarafından “gözümün önünde durmasın da ne bok yerse yesin” denerek Paris’e sürülen bir zavallıydı. Carla’ya dediğim gibi samimiyetsiz kalabalıkların yarattığı acımasız çarklar arasında hayatta kalmak için hiç ilerlemeden habire koşan küçük bir fare gibiydi. Yaptığı en doğru hareket babasının verdiği parayla Les Gobelins’te iki küçük daire almak olmuştu. Metroya yakın olan dairenin kirası Tuncer normal bir insan olsa ona yeter ve de artardı. Gittiği bir dans kursunda tanıştığı barmen arkadaşının onu gizlice soktuğu özel bir şifreli partide Aron’la beni oldukça samimi bir pozisyonda görmüş ve bunu tehdit unsuru haline getirmeye anında karar vermişti.

22 Ekim 2011

Paris'e veda...


1 Eylül Perşembe günü kızlar Nişantaşı Yargıcı'nın önünde buluşuyormuş gibi Bastille meydanında buluşurlar.Marais bölgesinin altını üstüne getirirler. Marais 17. yüzyılda zengin sınıfın ihtişamlı malikaneler yaptırdığı aslında bir zamanlar bataklık olan bir alandır.Hatta Marais bataklık demektir.Bu malikaneler restore edilip birer müzeye dönüştürülmüştür.Fakat kimse müze gezme havasında değildir.Sokaklar ve geçitler, butikler, galeriler ve restoranlar cıvıl cıvıldır. Place de Vosges'de , Hotel de Sully'nin bahçesinde, Hotel de Ville'in önündeki meydanda resimler çekilir.Gezi kitaplarında ismi geçmeyen, önemsiz ama hoşlarına giden avluların sokakların resimlerini de ayrı bir keşif sarhoşluğuyla çekerler.Leon'daki midye ziyafetinden sonra Boulevard Beaumarchais'de yürürler.Geniş kaldırımlarda , görkemli ağaçların gölgesi altında, rengarenk model model kapıların fotoğraflarını çeke çeke yaptıkları bu keyifli yürüyüşü unutmayacaklardır.Bir gazetecinin hakkında yazı yazdığı enteresan bir mağaza olan Merci'ye girerler.Kıyafet, mutfak eşyası ve parfümü aynı yerde satan kocaman depo gibi bir yerdir Merci.Caddeye bakan cephesinde oldukça kalabalık bir kafeteryası vardır.Paris pahalı bir şehirdir ve 1 Euro=2,5 TL'dir.Yeteri kadar gözlem ve incelemenin ardından Merci'den çıkılır.
Akşam yemeğini arkadaşın Les Gobelins'de kaldığı evde yerler.Menüde tavuk pilav, televizyonda Power Türk vardır.Yemekten sonra üç silahşörler dışarı çıkar. (Üçüncü silahşör arkadaşın eşidir.Kendisi aynı zamanda gün içinde aranan, bulunan, bulunamayan, bakılan, gezilen her türlü cd ve müzik aleti dükkanının müsebbibidir.) Malum üçlü nehire paralel, uzun ve güzel bir yürüyüş yapar.Paris'in gece hali bir başkadır.Sen nehrine bakan tarihi apartmanların loş salonlarında kocaman tablolar görürler.Yeni köprü anlamına gelen adının aksine Paris'in en eski köprüsünü - Pont Neuf'u- selamlarlar.Erkek silahşörün müthiş yön duygusunun da sayesinde St. Germain'e varırlar.Durum tespiti için atılan bir iki turdan sonra seçtikleri mekana otururlar ve şaraplarını söylerler.İlginç muhabbetler edilir. Kimi kararsız ve cesaretsiz oluşundan hayıflanır, kimi başladığı kitabı bitiremeyişinden.Kimi ellerim poğaça gibi der, kimi popom çok büyük. Netice itibariyle yine çok gülerler. Hava güzel - gece güzel - Paris güzel - kafalar güzel :)

2 Eylül Cuma gününün ilk yarısı Butte aux Cailles'in sessiz sokaklarında ağaçlı küçük meydanlarında kaybolarak geçer. Dar, arnavut kaldırımlı sokaklar, leylak rengi panjurlu evler görülür.Kırktan fazla bal çeşidinin olduğu ilginç bir dükkan olan "Les Abeilles"e uğranır.Malesef dönüşte aynı yerden geçilmediği için lavanta balı alınamaz :(.1926'da inşa edilmiş ve her evin farklı bir üslupla yapıldığı Square des Peupliers'ye gelinir. Ufak ve şık bir kafede ufak ve lezzetli bir salata yenir. Toliac metro durağından binilen metroyla Bastille'e gelinir. Kafelerden birinin meydana bakan sandalyelerinden birinde oturulup nefis bir kahve içilir. Yorgunluktan mıdır bilinmez ama sanki kahve yudumları yemek borusundan aşağıya mideye gitmektense doğrudan beyne gitmektedir.Daha iyi görmeye ve düşünmeye başlanır.Enerji toplanır.Çok merak edilen Viaduc des Arts'a gidilir. Bir köprünün altındaki taş kemerlerde yanyana açılan 50 tane mağaza bu sanat viadüğünü oluşturmustur.Atölyelerde kumaş çiçekler yapılır, eski resimler restore edilir, antika danteller onarılır. Biri sadece flüt onarır ve satar, bir diğeri keman ve çello. Uzun, ilginç ve ilham verici bir yürüyüş olur.Viaduc des Arts'ın geniş kaldırımlarında, ağaçların hışırdayan yapraklarının verdiği huzurla derin derin nefes alınır. "Au Bonheur des Dames" viadükteki son ve belki de en eğlenceli duraktır.Burası nakışla ilgili herşeyi bulabileceğiniz biryerdir. İplikler, danteller, kurdelalar, düğmeler, kumaşlar, desenler, dokular, işlemeler, kutular...Renk renk...Kahramanlarının ağır ağır hareket ettiği bir çizgi filmin içine düşülmüş gibidir. Place des Vosges yakınlarında akşam yemeği yenir, üzerine bir de Nutella'lı krep patlatılır.Memlekette yolunu gözleyenlere ufak tefek hediyelikler alınır.Tesadüf bu ya hediyelik eşya satan kadın 30 yıldır orda yaşayan bir Türk'tür.Yaklaşık yarım saat sohbet edilir.Otele dönülüp bavul toplanılır, duş alınıp hazırlanılır ve son Paris gecesi şehre veda etmek üzere otobüsle bakına bakına Eiffel'e gidilir.Gece Paris büyüleyicidir.Işıklandırılmış haliyle Hotel des Invalides , Dome Klisesi ve tabi ki Eiffel Kulesi muhteşemdir.Kulenin çevresindeki yeşil alana yayılmış yüzlerce insan vardır.Gitar çalanlar, şarkı söyleyenler, gülenler, birbirine sarılıp oturanlar, yürüyenler ve tabi ki fotoğraf çekenler. Flaşlar ateş böceği gibi yanar söner. Bekarlığa veda partisi yapan bir grup genç kız kiraladıkları pembe bir limuzinle Eiffel'e yanaşır.En az limo kadar havalı kıyafetleri ve ayakkabularıyla kahkahalar ve çığlıklar eşliğinde onlar da birbirlerinin resimlerini çekerler ve eğlenceye devam etmek üzere "araba"larına binip gözden kaybolurlar.
Geceyarısı otele son kez girerken, aslında bu eski bakımsız küçük odada haftalarca kalınabileceği düşünülür. Dönmek zorunluluğu olmasa...

3 Eylül Cumartesi sabahı aynı dengesiz ve dar merdivenlerden aşağıya indirilen bavul, resepsiyondaki tepkisiz adama bırakılır ve muhteşem Fransız kahvaltısıyla buluşulur. Ekmek, tereyağ, reçel,portakal suyu ve kahve. Buruk bir ruh haliyle Place des Vosges'e son kez gidilir.Meydanı çevreleyen dükkanlar, kafeler ve galeriler son kez tavaf edilir.Meydandaki dev ağaçların gölgelediği banklardan birine oturulur ve Paris günlükleri yazılmaya başlanır. Somonlu kiş ve beyaz şaraptan oluşan son öğle yemeği de bu güzel meydanda yenir.Vosges Meydanı'na derleyip toparlayıcı bir kahveyle veda edilir.Resepsiyona bırakılan bavul alınır ve Air France'ın havaalanı otobüsüne binmek üzere otobüsle Gare de Lyon'a gidilir.Check in yaptırılıp bavuldan kurtulduktan sonra Free Shop dünyasına dalınır.Raftaki lavanta balı sevindirir.Uçağın kalkış saatine kadar oyalanmak için Fransizca bir gazete anlaşılmaya çalışılır.Gece yarısı Atatürk Havalimanı'na inilir.
Renkler ve kokular değişmiştir :(

19 Eylül 2011

Paris günlükleri


31 Ağustos çarşamba, kulaklardaki uçak ağrılarından sonunda kurtulmuş olarak uyanılır.Les Gobelins'te kruasan ve meyve sulu kahvaltının ardından arkadaşın kaldığı evden çıkışının rahatlıkla görülebileceği bir kafeye oturulur. Bir kahve söylenir, güneş gözlükleri ve menünün ardına gizlenerek kendince heyecan yaratılır. O an gelir.Arkadaşa küçük çaplı bir şok yaşatılır.Büyük bir mutluluk dalgası olur. Çocukluklarından beri Nişantaşı, Taksim, Ortaköy, Bağdat Caddesi'nde buluşan kızlar şimdi Paris'tedir!
Ile de la Cite ve Ile St Louis bölgesinde dolaşırlar.Semtin dar sokaklarında birbirinden güzel küçük dükkanlar vardır. Çiçekçiler, çikolatacılar, pastaneler, fırınlar, butikler, şarkütericiler...Bulundukları tarihi binalarla uyum içinde ama hepsi ayrı güzeldir.Notre Dame çevresinde dolaşılır.Müzik dükkanlarına ve kitapçılara girilir.Burda özellikle Shakespear and Co kitapçısından bahsetmek gerekir. Bir gününüzü sıkılmadan orda geçirebileceğiniz bir yerdir.Uzanıp kitap okuyabileceğiniz kanepeler, çalabileceğiniz bir piyano ve dokunmaya kıyamayacağınız kıymetli eski kitaplar...
Peki o çok meşhur Fransız kabalığı, ukkalalığı nerdedir? Öğle yemeği yenilen kafenin işletmecisi kadın bunun için doğru adrestir.Müşterileri yerlerinden kaldırmaktan, azarlar gibi sipariş almaktan, İngilizce ve Fransızca bilmeyenlerle dalga geçmeye kadar uzanan geniş bir yelpazede o çok duyduğumuz Fransız kabalığından örnekler sergilemektedir.Meşhur Berthillion dondurma ağızlarda erirken, kadın filmlerdeki kafa koparanus dinazorlara benzetilir, gülünür geçilir.
Metroyla Champs Elysses'e gidilir.Arc de Triomphe önünde geleneksel fotoğraflar çekilir.Kaldırımda akan insan seline karışılır.Kalabalık ve sıcak yorucudur.Mağazaların çoğu tanıdık, fiyatlar uçuk.Akşam arkadaşın evinde buluşmak üzere ayrılınır.Marais'e dönülünce otele gitmeden çevrede turlanılır.Akılmadan çıkmayacak güzellikte bir meydana gelinir: Place des Vosges. Gezi kitaplarında dünyanın en güzel meydanlarından biri olduğu söylenen, mükemmel simetride ve hayat dolu bir meydandır.Fıskiyelerin çevresinde koşturan çocuklar, çimenlerde oturan gençler, küçük gruplar halinde gezen uslu ve yaşlı turistler, ayağınızın dibine gelen serçeler...Meydanı çevreleyen muhteşem yapının alt katlarında sıralanan galeriler, şık kafeler, bir mabedi andıran, girerken üstünüzü başınızı düzeltme ihtiyacı duyduğunuz çay dükkanı, meydana yayılan klasik müzik...
Paris'te gördüğü en çirkin şey olan otel odasına döndüğünde kulağında hala fıskiyelerin şırıltısı vardır..Duş alıp hazırlanır, kırmızı beyaz çizgili süveteriyle çok Parizyen olduğunu düşünür.Leon'a gider ve hep aklında olan o midyelerden iki eliyle yalana yalana yer(Bkz Vedat Milor). 91 numaralı otobüsle çay içmeye arkadaşına gider.

18 Eylül 2011

durduk yerde Paris'e nasıl gidilir?

Bir varmış bir yokmuş.Ülkelerden birinde, işin , gücün, günlük anlamsız koşturmacanın - zannedersiniz ki dünyanın tüm sıkıntısının- yükünü dar omuzlarına almış, kambur yürüyen, yere bakan, fazla gülmeyen bir kız yaşarmış. Kendi melankolisinin loş koridorlarında sahip olduğundan başka bir hayat, başka bir yer hatta başka bir isim hayaliyle dolanırmış. Kendi ördüğü dikenli tellerde ellerini kanatır, kimsenin görmediği yaralarına canını daha da acıtmak için tuz basarmış...

...Bir akşam geç bir saatte, şirkette çoğu zaman olduğu gibi tek başına çalışırken, "eeh başlarım ben böyle işe böyle hayata diyerek internete girilir ve Paris'e bir bilet alınır...

30 Ağustos salı sabahı 9'da kalkan uçakla başlar seyahat.CDG Havaalanından Air France'ın otobüsüyle Gare de Lyon'a gelinir.Gare de Lyon çevresi oldukça hareketlidir.Etkileyici gar binasının çevresindeki irili ufaklı kimisi şirin kimisi havalı pekçok kafeden birinde öğle yemeği yenilir ve metroyla Bastille'e gidilir.Otel, Bastille metro durağına çok yakın, "Marais" denen bölgededir.Otelin en iyi tarafı konumu, en fenası ise merdivenleridir.Bavulla birlikte yuvarlansam, kafayı gözü patlatsam, sigortam işe yarar mı acabanın hesabı yapılır.Bavuldan kurtulup Bastille meydanını tavaf etmeye gidilir. Port de Plaisance de l'Arsenal'e uzanılır.Marinada kıyıya bağlı küçük tekneler vardır.Elin Fransız'ı teknesinde çiçek yetiştirir, o küçücük alanda bile bir şıklık yapar.Rıhtım arnavut kaldırımlarıyla döşelidir.Trafiğe kapalı bu alanda tıkır tıkır yürünür.Çimenlerde çocuklarıyla oynayanlar, öpüşenler, kitap okuyanlar, laptopuyla çalışanlar vardır. Ortak parantez, herkes huzurludur ve kimse başkasıyla ilgilenmez.Bir Cafe Latte içilir, derin bir nefes alınır.Marinadan dönerken tesadüfen bulunan 91 numaralı otobüsle Les Gobelins'e gidilir.Les Gobelins gizli planın, aylardır sabırla beklenen sürprizin yapılacağı mekandır.Önceden keşif yapmak yararlı olacaktır.Les Gobelins sakin, görgüsüz turist kalabalığından nasibini almamış bir semttir.Paris'e tatile gelen çok yakın bir arkadaşın pat diye önüne çıkılacaktır.Les Gobelins'te durum tespiti yapılır ve ilk akşam yemeği ordaki bir suşicide yenir.Yurtdışında kırmızı et yemeyen ve öğlen tavuklu salata yiyen biri için oldukça anlamlı. 91 numaralı otobüsle Bastille meydanına ve otele dönülür.Yarın sabah arkadaşı kaldığı yerden çıkış anında yakalamk için erkenden Les Gobelins'e gelinecektir.

22 Mayıs 2011

Cumartesi / isetramuC

Evden çıktı, sokak kapısının önünde duraksadı .Sağa dönüp merdivenlerden inip Beşiktaş'a mı insin, sola dönüp yokuşu çıkıp Nişantaşı'na mı çıksın bilemedi.Bu kadar plansız, bu kadar serbestçe kendini sokağa atabilmek ne güzeldi!İstediği yere giderdi.Nişantaşı'na çıktı.Sokaklar cıvıl cıvıldı.Neşeli kalabalığa karıştı. Gülümseyen, gamsız İstanbullu'lar sokaklara atılan masalara yayılmış yemeklerini yiyor ve havalı güneş gözlüklerinin ardından derin sohbetler ediyorlardı.Çok hoş bir kafeye gitti."Kantin" defalarca dergilere çıkmıştı. Paşa gönlünün istediği bir masaya oturdu. Ne de olsa elini eteğini çekiştiren bir çocuğu veya konuşacak birşeyleri kalmadığı için karşılıklı susacağı bir kocası yoktu.Bol resimli az yazılı bir derginin sayfaları arasında kayboldu.Bir çantaya dört bin dolar ver(e)mezdi, ama dört bin dolarlık çantanın nasıl birşey olduğunu bilmek isterdi.Limonatasından bir yudum daha aldığı sırada Kantin'in "çıtır" adını verdiği kağıt kadar ince pizzası geldi, üzerinde enginar, mantar ve rokayla.Çok lezzetliydi.Çıtır elle yenirdi.Hakkını verdi.Hiç suçluluk duymadan götürdü çıtırları.Çevre masalarda üçerli beşerli gruplar kafenin küçük bahçesini kahkahayla dolduruyordu.İnsanlar evlerine giren hırsızı bile gülerek anlatıyordu.Yemeğin üstüne sütlü bir filtre kahve söyledi, biraz daha dergi baktı.Cep telefonunu kontrol etti, arama veya mesaj yoktu.Rahattı.Hesabı ödeyip çıktı.Birkaç mağazaya girdi, kıyafet denedi. Güneşin ve güzel havanın tadını çıkardı, bol bol yürüdü.İstese sinemaya da giderdi, ama artık yorulmuştu.Yürüyerek eve döndü.Eşofmanlarını giyip, kucağına bir tas erik alıp televizyonun karşısındaki kanepeye oturdu, ayaklarını sehpaya uzattı.Keyifli bir gün olmuştu.

**************

Cumartesi günü güneşli ılık bir gündü.Evde geçirirsem sonradan kendime kızacaktım.Bunu bildiğimden, ne yapacağımı bilmez bir vaziyette hazırlandım ve dışarı çıktım.Dünyada milyarlarca insan vardı ama kimsenin umurunda değildim.Hadi bırak milyarları, cep telefonumda kayıtlı ikiyüzelli civarında numara sahibinden bir tanesi bile bu güzel günü benimle geçirmek arzusunda değildi.Yine aynı tribe girmiştim ve kendime daha da çok acımaya ve canımı sıkmaya meyilliydim.Ne arayanım soranım, ne de biryerde bekleyenim vardı. O yüzden kapının önünde durdum ve Beşiktaş'a mı ineyim Nişantaşı'na mı çıkayım diye kısa bir tereddütten sonra Kalıpçı Yokuşu'nu tırmanmaya başladım.Bozuk olan ruh halimden dolayı, insanların devamlı konuşuyor ve gülüyor olması dikkatimi çekmeye hatta beni hafiften sinirlendirmeye başladı.Hepiniz mi mutlusunuz yahu, ve hepinizin mi konuşacak ve bu güzel günü sizinle paylaşacak birileri var yanında.Bravo sizlere.Aynı sokaklardan ve caddelerden birkaç kez geçtim, takıntılı bir şekilde cep telefonumu kontrol ettim.Sonunda Kantin'e gidip kendimi yemeğe verdim.Gereksiz yükseklikte bir hesap ödedim ama hala tam anlamıyla rahatlamamıştım.Gidip birkaç mağazada kıyafet denedim. Şanslıyım ki vitrinde veya askıda beğendiğim şeyler üzerimde kötü durdu.Yoksa o kot eteğe sahip olmanın geçici hazzıyla kendimi salakça avutacaktım.Sinemaya gitmeyi aklımdan geçirdim ama çıkışta akşam olacaktı.Gündüz yine bir derece ama bu depresif halimin akşam yalnızlığında iyice demleneceğini çok iyi biliyordum.Eve gidip dizleri çıkmış eşofmanımı giydim, biraz ağladım, sonra bizimkilerle akşam yemeği yedik.

27 Mart 2011

Gitmek

Atatürk Havalimanı'ndayım.Burda olmamın sebebi Amerika'dan gelecek olan kardeşe karşılama sürprizi yapmak gibi görünse de aslında öyle değil, itiraf ediyorum.Burdayım çünkü Atatürk Havalimanı benim İstanbul'da en sevdiğim yerlerden biri. Bir kafede oturup etrafımı izliyorum.Önümden geçenlerin hangisi gelici hangisi gidici anlamaya çalışıyorum. Pantolonlarının diz arkası akordiyon gibi olmuş olanların epey uzak biryerlerden gelmiş olabileceğini düşünüyorum.Hayatında ilk defa bu şehre gelen neşeli, gürültülü, rengarenk kıyafetli bir ergen grup gözüme çarpıyor.-Umrenin mi yoksa uçağa binecek olmanın mı bilemedim- heyacanı yüzlerine yansımış amcalar ve teyzeler geçti az önce. O amcaları ve teyzeleri yolculamaya gelmiş onlardan beş kat fazla telaş yapan yakınlarıyla birlikte. Yarın saat kaçta Endonezya'da olacağını, o zaman burda saatin kaç olacağını, kimbilir kaçıncı kez babasına telefonda anlatan bir genç adam gördüm.İsteksizdi. Mecburiyetten yapılan bir seyahat demek ki. Kocaman bavullarını tıkır tıkır çekiştiren yüpyüksek topuklu ayakkabılarının üzerinde zorlanmadan yürüyen hoş hatunlar gözden kaybolurken baharatlı egzotik kokularını ister istemez içime çektim. ...Uçağa binmeden önceki son 1-2 saat ne güzeldir.Bavulunu vermişsindir.Elinde kitabın, bedenen burda olsan da kafan çoktan varmıştır gideceğin yere. Uçaktan inince tren biletini nerden alacağını, bavulla metroya nasıl binip, nerde aktarma yapıp öbür hatta nasıl geçeceğini planlarsın.Yağmur yağsa da yağmasa da yolu uzatıp o nefis parkın içinden geçmeyi , evlerin bahçelerindeki güllere hayran hayran bakmayı hayal edersin. ...Çok farklı bir enerjisi var havaalanının.Çok mutlu da var burda, çok üzgün de.Cesur da çok, çaresiz de. Birazdan bir uçağa binip biryerlere gidecek olmayı çok isterdim şuan.Tüm sıkıntıları, zorunlulukları, ayıp olmasınları, millet ne derleri, burun kıvırmaları, dudak bükmeleri, hepsini burda bırakmak ve gitmek.

28 Şubat 2011

Beş lira, beş lira daha...

Kendimi önemsememeyi annemden öğrendim.Onun hayatında hep daha önemli işler daha önemli kişiler oldu.
Öğrenci olduğumuz yıllarda kardeşime ve bana ihtiyacımız olan huzurlu ev ortamını sağladı.Babama kahvaltı ettirip arkasından hayır dua ederek işe yollamak için yıllarca gündoğmadan kalktı, dönüş saatinde o zili çalmadan kapıyı açsın diye çoğu akşam camda bekledi.Kardeşim ve ben çalışmaya başladıktan sonra işlerimizle ilgili sıkıntılarımızı dinlemeye, aklı ermese de bizi rahatlatmaya gayret etti.Düğünde, bayramda, birilerinin bebeği olduğunda veya yakını vefat ettiğinde aramamız gereken akrabaları bize hatırlattı.Onun sayesinde aile içerisinde terbiyeli ve düşünceli çocuklar olarak bilindik.Kardeşimin evlilik hazırlıkları esnasında kız tarafını kırıp gücendirecek birşey olmasın diye pinpiriklendi.Düğün yaklaştıkça keman yayı gibi gerilen sinirleri orkestra şefi gibi idare etti.
Gidip anneme sorsanız; şu şu tahlilini ne zaman yaptıracaksın, hani şuranda bir kist vardı, ona bir daha ne zaman baktıracaksın diye, size der ki;Ramazan'dan sonra, yılbaşından sonra, dayınlar Almanya'ya döndükten sonra, hele filanca iş hallolsun ondan sonra.
Bir gün de duymadım ki annem şöyle bir cümle kursun: "Ben de bugün çıktım, öylesine vitrin baktım kafam boşalsın diye. Sonra da gidip bir kafede oturdum, sütlü kahve içtim, dergi baktım."
Önem sırası diye bir listesi varsa annemin, ilk üç sırada kendisinin olmadığı çok açık.
Ama bu hep böyleydi ve ben de bunu doğal birşey, olması gereken de zaten budur sandım.
Ben de bir abla olarak, kardeşimin evde olmadığı akşamlar dünden kalanları yedim, mükellef sofrayı o gelirse kurdum.Korktuğum halde sırf o istiyor diye eve yavru bir kedinin getirilmesine itiraz etmedim.Tek banyolu evimizde, o işe geç kalmasın ama uykusunu da alsın diye, banyoda işlerimi o kalkmadan bitirmek için senelerce sabahın köründe kalktım.
Kendimi önemsememeyi annemden öğrendim.Kendimi farkında olmadan geri plana itelediğim her durum için kenara beş lira koysaydım bugün hatırı sayılır bir birikimim olurdu heralde.İmkanları sınırlı ama tokgözlü ebeveynlerim sayesinde şu an o parayı düşünmek beni heyecana boğmuyor.Çünkü insanın istediklerini - kendi istediklerini- gerçekleştirmesi için paranın gerekli olduğunu kabul etmekle birlikte yeterli olmadığını düşünüyorum.Kendi değerinin farkına varmak, "ben ne istiyorum, neyle mutlu oluyorum"un cevabını tespit edebilmek, esas mesele bu.
Düşünsenize, günün birinde anneme ait bir kavanoz dolusu para bulsam.Heves edip araba kullanmayı öğrenemediği için kavanoza attığı beş lira, gidemediği Karadeniz turu , bir türlü zaman ayırıp yaptıramadığı fizik tedavi için beş lira daha...Ne yapabilirim ki bu saatten sonra o parayla.Madalya yaptırıp anneme taksam belki bir anlamı olabilir.Ama eminim benim annem o madalyayı gururla göğsünde taşımak için bile uygun zamanın gelmesini bekler.

29 Ocak 2011

Doğumgünü

Bu seferki yazı alıştırması için bana bir başlangıç, bir de bitiş cümlesi verildi. Şöyle:
"Hastanenin bodrum katındaki küçük odada beş kişiydik............................................................................"Halsiz başını yastığına koyarak gözlerini bembeyaz tavana dikti."

Bakalım neler olmuş iki cümle arasında...

************************************************************************
Hastanenin bodrum katındaki küçük odada beş kişiydik.Gözlüklü, orta yaşlı ve ciddi suratlı adamın tıp dünyasından olduğunu düşündüm veya umdum.Kapıda duran ve dışarıyı kolaçan eden yağlı saçlı, ince bıyıklı genç adamın ise hastabakıcı olduğu üzerindeki kirli gri önlükte yazıyordu.Ben, Dilara'nın yanında olmak için ve biraz da meraktan burdaydım.Eda, Dilara'nın arkadaşıydı, onun ikinci gelişiydi.On dört yaşındaydık.Çocuklukla gençkızlık arasındaki arafta.İkisi de çok akıllı kızlardı ama bir süredir kafayı fena halde güzellik konusuna takmışlardı.Bu dünya, güzellerin dünyasıydı.Kapılar onlara açılır, onlar alkışlanır, gıpta edilirdi.Bir kadın, şirkette yönetici de olsa manken gibi bir vücuda, ipek gibi saçlara, bebek gibi bir yüze sahip olmalıydı.Çocuğunu parka götüren annelerin bile saçları fönlü, ayakkabıları topuklu değil miydi?Ve erkekler...Kaç yaşında hangi konumda olurlarsa olsunlar, kendileri yüz kilo da olsa hep güzel kadının peşindeydiler ve daha güzelini bulduklarında ellerindekini rahatça bırakırlardı.
Bugün de bir güzellik meselesi için buradaydık.Kızlar üst dudaklarına silikon yaptıracaktı.
Dilara omuzlarına kırmızı bir şelale gibi dökülen saçları, iri kahverengi gözleri ve fondötenin altında saklı çilleriyle zaten yüzüne bakmaktan büyük keyif alınacak bir kızdı.Heyecandan gözlerini kırpıştırdıkça uzun kirpikleri nazlı bir yelpaze gibi inip kalkıyordu.
Eda, Dilara'ya göre daha uyanık bir tipti.Dünyanın gerçeklerine ilk o uyanmıştı.Eczanelerde satışı yasaklanan malum zayıflama haplarından bulmuştu o yağlı saçlı hastabakıcı ona.Hızla kilo vermiş, zayıflayınca kendini baştan yaratmıştı.Tombul ve şeker bir kızken görünmez olan Eda, şimdi herkesin gördüğü, görmeyenin pişman olduğu bir afetti.İlaçları kullandığı dönemde panik atak krizleri, hafıza zayıflıkları, uyku bozuklukları yaşamıştı.Şimdi en büyük fobisi tekrar görünmez olduğu günlere dönmekti.Bu yüzden çoğu zaman aç gezer, az birşey yediğinde bile suçluluktan kıvranırdı.
Orta yaşlı, ciddi suratlı adam her ikisinin de üst dudaklarına bir kaç yerinden iğne yaptı.Dilara'nın acıdan gözleri yaşardı, rimeli akmasın diye çok çaba sarfetti ama yanaklarından aşağıya siyah göz yaşları süzüldü.İki adam geldikleri şekilde, sessiz ve sakin, gittiler.
Hastanenin bodrum katındaki bu küçük odada alışverişimiz sona ermişti.Para vermiş, karşılığında güzellik, özgüven, kabul görme, onaylanma almıştık.
Tuvalete gidip makyajlarımızı tazeledik.Dudaklara önden, yandan, uzaktan, yakından uzun uzun baktık.Ben ne onlar kadar güzeldim, ne de onlar kadar havalı.Ama kıyafetlerim, çantam, saatim onlarınkinden daha pahalıydı.Çünkü babam onların babalarından daha zengindi.
Babam bu ülkenin en iyi boşanma avukatlarından biriydi.En iyiydi çünkü dava sonunda - kendi deyimiyle- adamın ayağındaki donunu bile alırdı.Eda'nın annesiyle babasını da o boşamıştı.Annesiyle birlikte yaşan Eda babasını en son ne zaman gördüğünü hatırlamaz, bunu da kafaya pek takıyor görünmezdi.Harçlığını düzenli olarak alıyor, annesinin kredi kartını dilediği gibi kullanıyordu.Bakalım bu akşam bana ne hediye edecekti.Evdeki doğumgünü partime geleceği için çok heyecanlıydı.Bunun benim bir yaş daha büyüyor olmamla ( Allahım, ne korkunç bir kelime...büyümek!) hiç ilgisi olmadığını biliyordum.İsviçre'de ekonomi okuyan kuzenimin de doğumgünümü kutlamaya gelecek olması duyduğundan beri Eda'nın yanaklarını kızartıyordu. Eda kendisinden büyük erkeklerin ilgisini çekmek, beğenisini kazanmaktan büyük zevk alır, kara kaplı "sıradan zaferlerim" defterine yeni bir isim ekledikçe bu konulara olan iştahı artardı.Kuzenim Emre'nin o deftere gireceğine ihtimal vermiyordum. Hatta bence Emre'nin cüzdanında taşıdığı "kırdığım kalpler" listesine bu akşam yazılacak birkaç isimden biri Eda olabilirdi.
Silikon kankaları hayatta giymeyeceğim tarzda ayakkabılar satan bir dükkanın önünde bıraktım ve matematik dersime yetişmek üzere bir taksiye atladım.Dört aydır Elif Abla'dan özel matematik dersi alıyordum.Her cumartesi Elif Abla'ya gitmek benim için dersin dışında başka bir deneyimdi.O , Eda veya Dilara gibi değildi. O benim hayatımdaki hiçkimse gibi değildi. Elif Abla'ya gittiğimde ayakkabılarımı çıkarıyor, onun verdiği eski soluk renkli ev terliklerini giyiyor ve doğruca ellerimi yıkamaya gidiyordum.Küçücük banyodaki renk renk plastik kovalar, leğenler, işlemeli havlular, üzerinde bir ilaç firmasının adı yazan saat, yerdeki el örgüsü orlon paspas her defasında ilgimi çekerdi.Elif Abla'nın annesi banyonun karşısındaki odada yatardı.Uyumadığı zamanlarda yatağının içinde oturup dua kitabı okuduğunu gözlerini kapayıp başını yukarıya kaldırarak iki yana sallana sallana birşeyler mırıldandığını görürdüm.Bazen yanında yine onun gibi başları örtülü iki kadın daha olur, üçü sessizce dua ederdi.Elif Abla'nın çok ağlamış ve çok yorulmuş gözlerinden annesinin ağrılarının arttığını ve onları yine uyutmadığını anlardım.
O gün gittiğimde Elif Abla'ların apartmanında herzamankinden farklı bir hareketlilik vardı.Kapının dışında bir sürü ayakkabı gelişigüzel bırakılmıştı.İçeriye girmek için birkaç tanesinin üstüne basmam gerekti.Aslında ne olduğunu anlamıştım ama banyonun karşısındaki odada Sevim Teyze'nin yatağını boş görmek içimi çok acıttı.Elif Abla başında annesinin örtüsüyle susuz bırakılmış bir çiçek gibi mahzun, bitkin oturuyordu.Beni gördü ama yerinden kalkamadı.Ellerine ayaklarına ağırlık bağlanmış gibiydi."Elif Abla" dedim, başka da bir ses çıkmadı kuruyan boğazımdan.Sonra birşey oldu, beni görünce birşey hatırladı gibi, Elif Abla beni elimden tutup annesinin odasına götürdü."Bu eve haftanın hergünü bir öğrencim gelir Defne" dedi."Ama annem içlerinde en çok seni sevmiş anlaşılan, bak bunları sana vermem için hazırlamış.Lütfen bunları Sevim Teyze'nden sana bir doğumgünü hediyesi olarak kabul et, nice yıllara canım"
Sevim Teyze'nin yatağının kenarındaki eski sandalyede kucağımda köşeleri işlemeli beyaz küçük bir bohçayla kalmıştım.Tüy gibi hafif, yeşil, ipek bir başörtüsü çıktı bohçadan.Kenarları dantelli bir havlu ve el örgüsü bir çift patik ile birlikte.Sanki odanın içine baygın bir gül kokusu doldu.Midem bulandı.Hayatımda ilk defa , tanıdığım biri ölüyordu ve ben ne yapmam gerektiğini bilmiyordum.Elif Abla'ların alt kat komşusu olduğunu bildiğim zayıf esmer kadın kemikli kuru elleriyle bana plastik bir tabağın içinde sıcak irmik helvası uzattı.Kadının ellerinin manikürsüz ve pütür pütür olduğunu farkettiğim için kendimden nefret ettim.Gözümü kapatmak ve açtığımda bildiğim tanıdığım rahat ettiğim küçük renkli dünyamda olmak istedim.
Gözümü kapattım.
Gözümü açtığımda karşımdaki duvarda British Museum'dan aldığım takvimi gördüğüm.Doğumgünü tarihim pembe parlak bir dairenin içindeydi.Bir şekilde eve getirilmiştim.Aynı Elif Abla gibi birden aklıma hediyelerim geldi.Yataktan fırladım.Sevim Teyze'nin bohçası tuvalet masamın üzerindeki bir sürü ıvır zıvır incik boncuğun arasında, bizim kolejin bahçesindeki burslu bir öğrenci gibiydi.İpek örtüyü boynuma doladım."Gel" dedim."Sen bana bu dünyada kendimizinki dışında da dünyalar, hayatlar, dertler, neşeler olduğunu hatırlatacaksın.Bu yıl aldığım en anlamlı hediyesin sen." Başım döndü, biraz daha yatsam iyi olacaktı.Yatağa sendeleyerek yürüdüm.Halsiz başımı yastığa koydum, gözlerimi bembeyaz tavana diktim. Büyümek istemiyordum.